"Allah göklerin ve yerin nûrudur.
O'NUN NÛRUNUN MİSALİ, İÇİNDE LÂMBA BULUNAN BİR KANDİL GİBİDİR.
O KANDİL BİLLUR BİR CAM İÇİNDEDİR. O BİLLUR CAM İSE SANKİ İNCİ GİBİ PARLAYAN BİR YILDIZDIR.
Ki, ne batıda ne de doğuda bitmeyen mübarek bir zeytin ağacından (onun yağından) yakılır.
Ateş dokunmasa bile onun yağı ışık verir. Nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur.
Allah insanlara böyle misaller verir. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir." (Nûr: 35)
"Allah Bütün Kâinatın Nûrudur!"
Gökte Zuhur Eden Büyük Alâmet!
Allah-u Teâlâ Nûrunu İzhar Etti!
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri 28 Haziran 2010 Pazartesi günü sabahın erken saatlerinde vefât etmişler, salı günü Adapazarı Erenler kabristanındaki ebedî istirahatgâhına uğurlanmışlardır. Vefâtlarının üçüncü günü, 30 Haziran Çarşamba gecesi saat 22:00 sularında, gökyüzünde müthiş bir olay yaşanmış, Adapazarı halkının çıplak gözle seyrettiği, hareket hâlinde, parlak bir inciyi veyahut parlak bir yıldızı andıran, ışık saçan cisimler görülmüştür.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin defnedildikleri kabristan mevkiinden gökyüzüne sıra ile yükselen *on iki* kandil misali ışık bir süre gökyüzünde çıplak gözle müşahede edilmiştir.
Bu görüntüler Doğan Haber Ajansı (DHA) Sakarya muhabiri Aziz Güvener tarafından da kaydedilmiştir. Güvener parlak ışıklı cisimlerin Erenler'le Hızırtepe aralığındaki mevkiden gökyüzüne yükseldiklerini beyan etmiştir, ki burası birkaç gün önce Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin defnedildiği yerin ta kendisidir.
O'NUN NÛRUNUN MİSALİ, İÇİNDE LÂMBA BULUNAN BİR KANDİL GİBİDİR.
O KANDİL BİLLUR BİR CAM İÇİNDEDİR. O BİLLUR CAM İSE SANKİ İNCİ GİBİ PARLAYAN BİR YILDIZDIR.
Ki, ne batıda ne de doğuda bitmeyen mübarek bir zeytin ağacından (onun yağından) yakılır.
Ateş dokunmasa bile onun yağı ışık verir. Nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur.
Allah insanlara böyle misaller verir. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir." (Nûr: 35)
"Allah Bütün Kâinatın Nûrudur!"
Gökte Zuhur Eden Büyük Alâmet!
Allah-u Teâlâ Nûrunu İzhar Etti!
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri 28 Haziran 2010 Pazartesi günü sabahın erken saatlerinde vefât etmişler, salı günü Adapazarı Erenler kabristanındaki ebedî istirahatgâhına uğurlanmışlardır. Vefâtlarının üçüncü günü, 30 Haziran Çarşamba gecesi saat 22:00 sularında, gökyüzünde müthiş bir olay yaşanmış, Adapazarı halkının çıplak gözle seyrettiği, hareket hâlinde, parlak bir inciyi veyahut parlak bir yıldızı andıran, ışık saçan cisimler görülmüştür.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin defnedildikleri kabristan mevkiinden gökyüzüne sıra ile yükselen *on iki* kandil misali ışık bir süre gökyüzünde çıplak gözle müşahede edilmiştir.
Bu görüntüler Doğan Haber Ajansı (DHA) Sakarya muhabiri Aziz Güvener tarafından da kaydedilmiştir. Güvener parlak ışıklı cisimlerin Erenler'le Hızırtepe aralığındaki mevkiden gökyüzüne yükseldiklerini beyan etmiştir, ki burası birkaç gün önce Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin defnedildiği yerin ta kendisidir.
Kandilli Rasathanesi yetkilileri ile yapılan görüşmede bu görülen ışıkların yıldız olmadığını, bilimsel bir açıklama da getiremediklerini beyan etmişlerdir.
Aslında bu büyük hadise Nûr Sure-i şerif'inin 35. Âyet-i kerime'sinin tecellisi ve Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin en büyük bir kerameti idi. Zira hem Âyet-i kerime'de, hem Hadis-i şerif'lerde ve ayrıca birçok büyük zevâtı kiram'ın ifşaatlarında bu hadisede görülen ilâhi nûrlara dâir işaretler ve izahlar bulunmakta, Allah-u Teâlâ'nın emanetini taşıyan vekillerinin nûru "Kandil", "İnci", "Yıldız" gibi misallerle duyurulmaktadır. Nûr Allah'tan gelir, vekilinin taşıdığı nûr da Allah-u Teâlâ'ya aittir, O'nun nûrudur.
Aslında bu büyük hadise Nûr Sure-i şerif'inin 35. Âyet-i kerime'sinin tecellisi ve Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin en büyük bir kerameti idi. Zira hem Âyet-i kerime'de, hem Hadis-i şerif'lerde ve ayrıca birçok büyük zevâtı kiram'ın ifşaatlarında bu hadisede görülen ilâhi nûrlara dâir işaretler ve izahlar bulunmakta, Allah-u Teâlâ'nın emanetini taşıyan vekillerinin nûru "Kandil", "İnci", "Yıldız" gibi misallerle duyurulmaktadır. Nûr Allah'tan gelir, vekilinin taşıdığı nûr da Allah-u Teâlâ'ya aittir, O'nun nûrudur.
Âyet-i kerime, Hadis-i şerif ve Evliyâullah Hazeratı'nın beyanlarındaki Allah-u Teâlâ'nın nûruna dair temsiller şöyledir:
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir. O kandil billur bir cam içindedir. O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır." (Nûr: 35)
Bir Hadis-i şerif'te Cebrâil Aleyhisselâm'ın "dördüncü perdedeki yıldızı" "yetmiş bin defâ gördüm." demesi üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Allah'ın izzetine yemin ederim ki o yıldız benim!" (Muhammed el-Burhânî, "et-Tebriatü'z-Zimme", s. 100)
Evliyâullah Hazerâtı'nın beyanları da şöyledir:
Muhammed ed-Dımeşkî -kuddise sırruh- Hazretleri yukarıdaki Hadis-i şerif'e işaretle Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'a has olan bu büyük sırrın aynı şekilde Hâtemü'l-evliyâ olan zâtta da tecellî edeceğine işâret ederek:
"İşte Hâtemü'l-evliyâ da aynen böyledir." buyurdu. ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 117)
Hâce Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri "on iki kutbu" ve bu kutuplardan ikisinin Hâtem-i nebî ve Hâtem-i velî olduğunu haber verdi:
"Bu ümmetin kutupları on ikidir, şu gördüğünüz âlemin burçları (yıldızları) da on ikidir. Müfred (eşsiz ve benzersiz) olanlar çoktur, zaman boyunca devâm ederler. İki 'Hatm' de onlardandır." ("Faslu'l-Hitâb Tercümesi", s. 584, trc.: A. Hüsrevoğlu)
Evliyâ'-i Kirâm Hazerâtı'ndan kimisi bu Nûr'u "Göz kamaştırıcı bir inci"ye, kimisi "Yıldız"a benzetmiş; kimisi de eşi-benzeri bulunmayan parlak ve aydınlık bir "Cevher-i yektâ", birçokları "Kandil" olarak vasfetmişti.
Şeyh-ül Ekber Muhyiddîn İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem" isimli eserinde şöyle buyurmuşlardı:
"İşte bu ilim, ilm-i billâh'ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resûl'lerden görebilenler ancak Hâtemü'n-nübüvve olan Muhammed Aleyhisselâm'ın mişkâtından (kandilinden) görürler. Velilerden görebilenler de ancak (onun mirasçısı olan) Hâtem-i velinin mişkatından (kandilinden) görürler." ("Fusûsu'l-Hikem")
Abdülgânî Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri de aynı hususa işaret etmişti:
"Kıyâmet gününe kadar her devirdeki veliler bu ilmi ancak Hâtem-i veli'nin, o zamandaki velâyet kandilinin nûrundan görebilirler." ("Cevâhirü'n-Nusûs"; s. 36)
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle beyan buyurmuştu:
"Bir mişkâtten (kandilden) verilebilen bu ilim, ancak asâleten Hâtemü'r-rusül ve verâseten Hâtemü'l-evliyâ için hâsıldır." ("Şerhü'l-Fusûs li'l-Bosnevî"; Nâfiz Paşa, no: 536, 447. yp.)
Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle haber verdi:
"Hâtem'in mânâsıyla kastedilen; İnsan-ı kâmil olan bir âlim ve göz kamaştıran bir incidir." ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 15b-16a)
Seyyid Ali Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri güneşin ay ve yıldızlara olan kıyasına teşbihle şöyle tarif etti:
"Ay ve yıldızların zuhûru, ancak geceleyin kuvvetli ve şiddetli bir biçimde kendini belli eder. İşte Hâtemü'l-evliyâ'nın velîler meydanındaki muhteşem hâli de aynen böyledir." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", Süleymâniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr.: 2794/37, vr. 535a)
Dâvud bin Mahmûd el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri aynı hususa işaretle şöyle buyurmuştu:
"Onlar ise, tıpkı güneş ışığının doğmasıyla gizlenen yıldızların ışıkları gibi, hakîkat-ı Muhammediyye nûrları ile zuhûr ederek değil, kendi varlıklarında nübüvvetin zuhûrunu talep etmişler; cismî tabiat makâmında ve unsurî gecelerin karanlığında tahakkuk ettikleri zaman da, ay ve yıldızların karanlık gecede açığa çıkması gibi, kendilerine has nûrları ile açığa çıkmışlardı.
İşte Hâtemü'l-evliyâ ortaya konulduğu zaman, onun velîlere nisbeti de böyle olur." ("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 30a vr.)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Onun nûru yerin dibinden Arş'a kadar uzanır." buyurdu. (260. Mektub)
Bâyezîd-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurdu:
"İbrâhim, Mûsâ ve İsâ -aleyhimüsselâm-ın:
'Allah'ım! Bizi Muhammed'in ümmetinden kıl!' dedikleri rivâyet edilir.
Sen zannediyor musun ki, onlar azıcık bir riyâset elde etmek uğrunda Hakk'ın huzûrunda rüsvay olmayı arzu ettiler? Hâşâ ve kellâ!.. Bilâkis onlar bu ümmet içinde öyle şahsiyetler görmüşlerdir ki, bunların ayakları yerin dibinde olduğu hâlde başları A'lâ-yı İlliyyîn'i aşmış ve onlar da bu arada kaybolup gitmişlerdir." (Ferîdüddîn Attâr, "Tezkiretü'l-Evliyâ", s. 226)
Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Bâtınlar karanlıklardan sıyrılınca ayna ortaya çıkar, onda görüntü zuhûr edince onların nazar ettiği güneş, izi tâkip edilen kemâlle gece karanlığındaki ay gibi gözükmeye başlar. İşte bu, 'Fusûs Şerhi'ndeki onunla (Hâtemü'l-evliyâ ile) ilgili bir hazînedir. Allah doğruyu söyleyen ve yola hidâyet edendir!" ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 56b)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri bu zâtın türbesinin altında yatan esrâr-ı İlâhî'yi şöyle tasvir etmiştir:
"Hatmü'l-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahî şefâ'ate muhtaç olmayasın!
.....
Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (sür'atli feleklerin) fevkindedir.
Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı 'azîmdir ki (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sârîdir (bütün şehirlere sirâyet etmiştir)." ("Kitâbü'n-Netice"; Genel, nr.: 1136, vr. 248a)
Dikkat çeken bir diğer husus; "On iki kandil"in o gece gökyüzündeki yükselişlerinde aldıkları konum ve dizilişlerindeki anlamlar incelendiğinde "Allah" ism-i celâl'inin nakşedildiği de görülmektedir. Ve bazı rumuzlar ise gizlidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir. O kandil billur bir cam içindedir. O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır." (Nûr: 35)
Bir Hadis-i şerif'te Cebrâil Aleyhisselâm'ın "dördüncü perdedeki yıldızı" "yetmiş bin defâ gördüm." demesi üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Allah'ın izzetine yemin ederim ki o yıldız benim!" (Muhammed el-Burhânî, "et-Tebriatü'z-Zimme", s. 100)
Evliyâullah Hazerâtı'nın beyanları da şöyledir:
Muhammed ed-Dımeşkî -kuddise sırruh- Hazretleri yukarıdaki Hadis-i şerif'e işaretle Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'a has olan bu büyük sırrın aynı şekilde Hâtemü'l-evliyâ olan zâtta da tecellî edeceğine işâret ederek:
"İşte Hâtemü'l-evliyâ da aynen böyledir." buyurdu. ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 117)
Hâce Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri "on iki kutbu" ve bu kutuplardan ikisinin Hâtem-i nebî ve Hâtem-i velî olduğunu haber verdi:
"Bu ümmetin kutupları on ikidir, şu gördüğünüz âlemin burçları (yıldızları) da on ikidir. Müfred (eşsiz ve benzersiz) olanlar çoktur, zaman boyunca devâm ederler. İki 'Hatm' de onlardandır." ("Faslu'l-Hitâb Tercümesi", s. 584, trc.: A. Hüsrevoğlu)
Evliyâ'-i Kirâm Hazerâtı'ndan kimisi bu Nûr'u "Göz kamaştırıcı bir inci"ye, kimisi "Yıldız"a benzetmiş; kimisi de eşi-benzeri bulunmayan parlak ve aydınlık bir "Cevher-i yektâ", birçokları "Kandil" olarak vasfetmişti.
Şeyh-ül Ekber Muhyiddîn İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem" isimli eserinde şöyle buyurmuşlardı:
"İşte bu ilim, ilm-i billâh'ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resûl'lerden görebilenler ancak Hâtemü'n-nübüvve olan Muhammed Aleyhisselâm'ın mişkâtından (kandilinden) görürler. Velilerden görebilenler de ancak (onun mirasçısı olan) Hâtem-i velinin mişkatından (kandilinden) görürler." ("Fusûsu'l-Hikem")
Abdülgânî Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri de aynı hususa işaret etmişti:
"Kıyâmet gününe kadar her devirdeki veliler bu ilmi ancak Hâtem-i veli'nin, o zamandaki velâyet kandilinin nûrundan görebilirler." ("Cevâhirü'n-Nusûs"; s. 36)
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle beyan buyurmuştu:
"Bir mişkâtten (kandilden) verilebilen bu ilim, ancak asâleten Hâtemü'r-rusül ve verâseten Hâtemü'l-evliyâ için hâsıldır." ("Şerhü'l-Fusûs li'l-Bosnevî"; Nâfiz Paşa, no: 536, 447. yp.)
Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle haber verdi:
"Hâtem'in mânâsıyla kastedilen; İnsan-ı kâmil olan bir âlim ve göz kamaştıran bir incidir." ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 15b-16a)
Seyyid Ali Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri güneşin ay ve yıldızlara olan kıyasına teşbihle şöyle tarif etti:
"Ay ve yıldızların zuhûru, ancak geceleyin kuvvetli ve şiddetli bir biçimde kendini belli eder. İşte Hâtemü'l-evliyâ'nın velîler meydanındaki muhteşem hâli de aynen böyledir." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", Süleymâniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr.: 2794/37, vr. 535a)
Dâvud bin Mahmûd el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri aynı hususa işaretle şöyle buyurmuştu:
"Onlar ise, tıpkı güneş ışığının doğmasıyla gizlenen yıldızların ışıkları gibi, hakîkat-ı Muhammediyye nûrları ile zuhûr ederek değil, kendi varlıklarında nübüvvetin zuhûrunu talep etmişler; cismî tabiat makâmında ve unsurî gecelerin karanlığında tahakkuk ettikleri zaman da, ay ve yıldızların karanlık gecede açığa çıkması gibi, kendilerine has nûrları ile açığa çıkmışlardı.
İşte Hâtemü'l-evliyâ ortaya konulduğu zaman, onun velîlere nisbeti de böyle olur." ("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 30a vr.)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Onun nûru yerin dibinden Arş'a kadar uzanır." buyurdu. (260. Mektub)
Bâyezîd-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurdu:
"İbrâhim, Mûsâ ve İsâ -aleyhimüsselâm-ın:
'Allah'ım! Bizi Muhammed'in ümmetinden kıl!' dedikleri rivâyet edilir.
Sen zannediyor musun ki, onlar azıcık bir riyâset elde etmek uğrunda Hakk'ın huzûrunda rüsvay olmayı arzu ettiler? Hâşâ ve kellâ!.. Bilâkis onlar bu ümmet içinde öyle şahsiyetler görmüşlerdir ki, bunların ayakları yerin dibinde olduğu hâlde başları A'lâ-yı İlliyyîn'i aşmış ve onlar da bu arada kaybolup gitmişlerdir." (Ferîdüddîn Attâr, "Tezkiretü'l-Evliyâ", s. 226)
Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Bâtınlar karanlıklardan sıyrılınca ayna ortaya çıkar, onda görüntü zuhûr edince onların nazar ettiği güneş, izi tâkip edilen kemâlle gece karanlığındaki ay gibi gözükmeye başlar. İşte bu, 'Fusûs Şerhi'ndeki onunla (Hâtemü'l-evliyâ ile) ilgili bir hazînedir. Allah doğruyu söyleyen ve yola hidâyet edendir!" ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 56b)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri bu zâtın türbesinin altında yatan esrâr-ı İlâhî'yi şöyle tasvir etmiştir:
"Hatmü'l-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahî şefâ'ate muhtaç olmayasın!
.....
Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (sür'atli feleklerin) fevkindedir.
Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı 'azîmdir ki (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sârîdir (bütün şehirlere sirâyet etmiştir)." ("Kitâbü'n-Netice"; Genel, nr.: 1136, vr. 248a)
Dikkat çeken bir diğer husus; "On iki kandil"in o gece gökyüzündeki yükselişlerinde aldıkları konum ve dizilişlerindeki anlamlar incelendiğinde "Allah" ism-i celâl'inin nakşedildiği de görülmektedir. Ve bazı rumuzlar ise gizlidir.
Aslında o Zât-ı âli için kerâmet aramaya hâcet yoktur. Bilen ve görebilen için onun her hâl ve ahvâli, her sözü ve fiili apaçık bir kerâmetti. Allah-u Teâlâ ona her gün, her saat, her an içinde bir kerâmet yaratmayı vaad etmişti.
İbrahim bin Edhem -kuddise sırruh- Hazretleri'nden rivâyet edildiğine göre; Allah-u Teâlâ Yahya bin Zekeriyya Aleyhisselâm'a bu zâtı ve kendisine ihsan ettiği bu nimetlerini şöyle haber vermişti:
"Ey Yahya!
Bil ki ben kullarımdan bir kulu, niyetinden ötürü sevmeyi kendime şiâr edindim.
...
Ve diyeceğim ki; 'Müjdeler olsun sana! İzzet ve Celâl'ime yemin ederim ki, bana ettiğin nazarla senin gönlünü iyileştirip; her gün, her gece ve her saat içinde senin için bir keramet ortaya koyacağım!'" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 22-23)
Bu böyledir. Ancak o bu hallerini halktan gizlemiş olsa da yakınları ve sevenleri her an bu hallere vakıf idi. Hemen hiçbir ihvanı yoktur ki gönlünde taşıdığı bir soru ile huzurlarına çıktıklarında hiçbir kelâm etmedikleri halde sanki sual etmişçesine cevabını almış olmasın. Hiçbir ihvanı yoktur ki gerek manevî, gerek hususî işlerinde onun tasarrufuna şahit olmasın.
Kendileri hiçbir zaman keramete iltifat etmediler, ilim ve mahviyet üzerinde durdular. İhvanını da bu şekilde yetiştirdiler.
Onun ihvanı arasında keramet anlatma gibi bir usül hiç olmadı. Çünkü bu zâtın kemali o kadar aşikârdı ki, keramet dinlemeye kimsenin ihtiyacı olmadı. Bu zât hep "Allah" dedi, sevenleri de o terbiye ile yetişti.
En büyük kerametleri ise bu seyyiat zamanında bu ahir zamanda istikamet üzere olması idi. Herkesin kendi zan ve hükmünü yürütmeye çalıştığı bir devirde Allah-u Teâlâ'nın hükmünü neşretti. Karıştırmaya çalışanların karıştırmalarına izin vermedi. İhvanı imanın tadını yaşadıkça, istikametin anlamını kavradıkça kendisine teşekkür etti, Hazret-i Allah'a hamdetti. İmanların yandığı bir asırda imanlarını kurtarmakla kalmadılar, iman kurtarma cihadı yaptılar. Bunların hepsi aslında onun açık bir kerâmeti idi. Nasıl ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in en büyük kerameti Kur'an-ı azimüşan ise bu zâtın en büyük kerameti de Kur'an-ı azimüşan'ın tefsiri mahiyetindeki eserleri idi.
Fakat halk ilim ve istikamete gerekli ehemmiyeti vermediği için onun bu değerini bilemediler.
•
Rabb'imiz Allah-u Teâlâ Hazretleri bize dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennet-i âlâ'da da; her iki "Hatem"le olmayı ikram buyursun. Bizi onların şefaatine nâil eylesin. Onlara lâyık edebi, adabı, evlâtlığı, ihvanlığı lütfetsin... Amin.
En Büyük Keramet:
Şeyh Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin (ö. 1936) talebelerinden merhûme Hacı Fatma Nine -kuddise sırrehâ- Hazretleri (ö. 1986), kendisini ziyârete gelen, Muhterem Ömer Öngüt'ün sevenlerinden İzzettin Efendi'ye, yaklaşık otuz yıl önce bu büyük ve esrârengiz sırrı ifşâ ederek haber vermiş;
"Sizin Efendiniz'in en büyük kerâmeti, vefâtından üç gün sonra ortaya çıkacaktır!.." buyurmuştu.
Hacı Fatma Nine'nin açtığı bu esrâr-ı İlâhî bugüne kadar Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ihvânı tarafından biliniyor ve bekleniyordu; fakat mâhiyetinin ne olduğu ve ne şekilde zuhûr edeceği malûm değildi. Fatma Nine'nin bu beyan kendilerine arzedildiğinde; "Benim göstereceğim beni Yaratan'dr." buyurmuşlard.
Nitekim Allah-u Teâlâ bu büyük zâtın mânevi makamına bir işaret ve onun büyüklüğüne bir delil olarak nûrunu beşeriyete izhar etti.
Hacı Fatma Nine -kuddise sırrehâ- bir başka beyanlarında şeyhi Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin doğduğu gün kurbanlar kestirdiğini, ihvanına büyük bir zâtın dünyaya teşrifini ve kendisine "Kızım sen onu göreceksin" diye müjdelediğini haber vermişti. Nitekim yıllar sonra Fatma Nine'nin ahir ömründe bu buluşma gerçekleşmiş, Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Hacı Fatma Nine'yi ziyareti ile ihvanı da bu muhtereme nineden ve sakladığı sırlardan haberdar olmuşlardı.
"Allah Göklerin ve Yerin
Nûrudur"
Allah-u Teâlâ Nûr Sûre-i şerif'inin 35. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir. O kandil billur bir cam içindedir. O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Ki, ne batıda ne de doğuda bitmeyen mübarek bir zeytin ağacından (onun yağından) yakılır. Ateş dokunmasa bile onun yağı ışık verir. Nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur. Allah insanlara böyle misaller verir. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir." (Nûr: 35)
Nûr, Allah-u Teâlâ'nın Zâhir İsm-i şerif'inin tecelli etmesidir. Varlıklar o Nûr'un tecellisi ile vücud bulmuştur. Bütün âlemleri meydana koyan, mükevvenâtı gösteren, hakikati bildiren O'dur.
Şu gördüğün bütün bu âlem bir tabla veya bir tepsiden ibarettir. Ve fakat senin bildiğin tepsi ya tenekedir, ya da billurdur. Allah-u Teâlâ'nın tepsisi ise nurdur.
"Gökler ve yer" ibaresi Kur'an-ı kerim'de hususiyetle "Kâinat" için kullanılmaktadır. Dolayısıyla Âyet-i kerime'nin mânâsı "Allah bütün kâinatın nûrudur." demektir.
Gökleri meleklerle ve parlak yıldızlarla, yeri de kendi dostları olan nebilerle velilerle aydınlatan, nûrlandıran O'dur.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem'ini "Sirâcen münîrâ=Nûr saçan kandil" olarak vasıflandırmıştır. (Ahzâb: 46)
İbn-i Mesud -radiyallahu anh- şöyle buyurur:
"Rabb'inizin katında ne gece ne gündüz vardır. Göklerin ve yerin nûru, O'nun zâtının nûrudur."
Gökleri ve yeryüzünü aydınlatan nûrun hayret verici vasıflarının temsili şudur:
"O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir." (Nûr: 35)
Burada Allah-u Teâlâ'nın nûru, içinde lâmba bulunan bir kandile benzetilmektedir.
Mümin-i kâmil'in kalbi Allah-u Teâlâ'nın hidayeti ile nûrlanmıştır:
"O kandil billur bir cam içindedir." (Nûr: 35)
Billur cam, kudsi ruhtur.
Ruhaniyet, dünyada da kabirde de mahşerde de, onunla beraber haşrolunur.
"O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır." (Nûr: 35)
Öyle bir güzellikte ve parlaklıktadır ki bu güzelliği temsil için inciye benzetilmiştir. Çünkü burada nûr üstüne nûr olmuş, yeryüzünün yıldızları olmuştur.
Bu cam berraklık ve güzellik hususunda parıl parıl parlayan yıldızı andırmakta; yıldız da parlaklık, berraklık ve güzellikte inciye benzemektedir. Küçük cam, büyük bir yıldız haline dönüşüyor.
"Ki, ne batıda ne de doğuda bitmeyen mübarek bir zeytin ağacından (onun yağından) yakılır." (Nûr: 35)
O ağaç, Allah-u Teâlâ'nın sevdiği seçtiği kendisine çektiği kullardır. O muhabbetullah ile yanar, onun yağı feyzi ilâhiyedir. O nûr o feyz-i ilâhi sebebiyle hiçbir şey söylemese bile hâl ile beşeriyetin numunesi ve imtisali olduğu için nûr saçar. Bu beyanlarımız Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem'inin yüzüsuyu hürmetine vekillerine bahşettiği lütuflardır.
"Ateş dokunmasa bile onun yağı ışık verir." (Nûr: 35)
Öyle aydınlık ki, yağın kendisi yanmadan bile ortalığı aydınlatacak durumda.
Allah-u Teâlâ'nın bu kulları hakkında Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerde bir çok beyanlar bulunmaktadır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de:
"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden verilen bir nûr üzerindedir." buyuruluyor. (Zümer: 22)
Bu nûru Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'i ile beyan ediyor:
"Mü'min-i kâmil'in ferasetinden korkunuz. Çünkü o Azîz ve Celîl olan Allah'ın nûru ile bakar." (Münâvî)
Bunlar vâris-i enbiya oldukları içindir ki, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin tecelliyatına mazhar olmuşlardır. Yani bildirdiği kadar bilir, gösterdiği kadar görür. Hakk'ta fani olduğu zaman bunlar husule gelir.
Cenâb-ı Hakk'ı görür kendisini görmez, zira âyân-ı sâbite ile Hakk'ı tesbih eder, O'nunla ibadet eder.
Azamet-i ilâhî'nin karşısında bir zerre olarak Allah-u Teâlâ'ya ibadet, taat ve secdesini yapar.
"Kulhüvallahü Ehad" dediği zaman azamet-i ilâhi'yi görür. "Allahüssamed" yarattığı varlıkların O'na muhtaç olduğunu bilir.
Bu esrar-ı ilâhiye ne zaman tecelli eder ki âyân-ı sâbite bütün "âyân-ı sâbite"lerin Hazret-i Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu görür? Ve herşeyin Hakk ile kaim olduğunu gördüğü zaman Âyet'ül-kürsi'nin sırrına mazhar olur.
Fatiha-i şerif'te "Elhamdülillâhi, Rabb'il âlemin" derken bu sırra mazhardır. Bu ise ancak Hazret-i Allah'ın boyası ile boyandığı zaman husule gelir.
"Allah'ın boyası ile boyanın! Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?" (Bakara: 138)
Bir zerre olarak Hakk ile Hakk'ı tesbih eder. Ruh Cenâb-ı Hakk'ın lütuf tecelliyatıyla nûrlanır, nefsi ruha tâbidir. O da nûrlanmış olur, dolayısıyla vücudu da nûrlanır. Bunların hepsi husule geldiği zaman "Sirâcen münîrâ" olur. Her tecelliyat-ı ilâhi ile "Nûrun alâ nûr" olur. O artık Hakk iledir. En hoşlandığı şey Hazret-i Allah'ın hükmü olur. Onlarda arzu yaşamaz. Hayat ve vefat arasında hiç fark olmaz. Çıkacak hükm-ü ilâhî'ye peşinen teslim olmuşlardır. Bu onlara ihsan edilen lütuflardır. Hazret-i Allah'a ram olmuştur. Bütün iradesini Hazret-i Allah'a teslim etmiştir.
Semâ'daki Yıldız:
Allah-u Teâlâ Nûr Sûre-i şerif'i otuz beşinci Âyet-i kerime'de nurunu misâl ile duyururken "içinde lâmba bulunan bir kandil", "inci gibi parlayan bir yıldız" misâllerini veriyor.
Gerek bu Âyet-i kerime'de gerek Hadis-i şerif'lerde gerekse Hâtemü'l-evliyâ'yı haber veren evliyâullah Hazerâtı'nın ifşaatlarında Allah-u Teâlâ'nın kudretinin ve nurunun hep bu misallerle anlatılması ve bu misallerin yaşanan bu büyük kerametteki görüntülerle birebir uyuşması bizleri hayretler içerisinde bırakmaktadır.
Aşağıda arzedeceğimiz Hadis-i şerif'te geçen gizli srra göre; Cebrâil Aleyhisselâm'n yldz şeklinde gördüğü Resulullah Aleyhisselâm'n nûru idi ve Cebrâil Aleyhisselâm'a "O benim" buyurmuştu.
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Allah'ın ilk yarattığı şey benim rûhumdur." deyince Cibrîl hayret etmişti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Cibrîl'in bu husustaki hayretini görünce, Cibrîl'e: "Ey Cibrîl! Kaç yaşındasın?" buyurdu. Cibrîl: "Bilmiyorum! Fakat dördüncü perdede bir yıldız vardı, her yetmiş senede bir defâ çıkardı. Ben onu yetmiş bin defâ gördüm." cevâbını verdi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Allah'ın izzetine yemin ederim ki o yıldız benim!" buyurdu.
Sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Vahiy sana nereden geliyor?" diye sordu.
Cibrîl: "Ben göklerde ve yerlerde dolaşırken bir zil sesi duyarım, duyunca Beytü'l-ma'mûr'a giderim ve vahyi oradan alıp yeryüzündeki nebî ve resullere veririm." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ona:
"Şimdi Beytü'l-ma'mûr'a git ve benim isim ve nesebimi orada söyle!" buyurdu.
Bunun üzerine Cibrîl hemen sür'atle Beytü'l-ma'mûr'a gitti ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in buyurduğu gibi isim ve nesebini söyledi. Daha önce hiç açılmayan Beytü'l-ma'mûr'un kapısı ilk defâ o zaman açıldı, Cibrîl Aleyhisselâm Beytü'l-ma'mûr'un içinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i oturmuş olarak gördü. Hayret ederek hızla yeryüzünde Resulullah'ın bulunduğu yere indi, Resulullah'ı daha önce Câbir'le konuşurken bıraktığı yerde gördü. Sonra tekrar Beytü'l-ma'mûr'a döndü, Resulullah'ı orada yine oturmuş olarak buldu. Sonra tekrar yeryüzüne indi, bu defâ yine Câbir'le konuşurken gördü.
O zaman Cibrîl Aleyhisselâm Câbir -radiyallahu anh-e:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- yerini hiç terketti mi?" diye sordu.
Câbir: "Hayır ey Arap kardeş! Bizim konuştuğumuz mevzu sen bizden ayrıldığın zamandan beri hâlâ bitmedi, konuşmaya devâm ediyoruz." cevâbını verdi.
Bunun üzerine Cibrîl, Resulullah'a:
"Eğer vahiy senden sana ise, benim aracı olmamdaki hikmet nedir?" deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Bu teşrî' (insanlar arasında hüküm vermek) içindir, ey kardeşim Cibrîl!" buyurdu ve ardından şu Âyet-i kerîme'yi okudu:
"Sana onun (Kur'ân'ın) vahyi bitmeden önce Kur'ân'ı okumakta acele etme ve: 'Rabb'im! İlmimi arttır!' de!" (Tâ-Hâ: 114) (Muhammed el-Burhânî, "et-Tebriatü'z-Zimme", s. 100-101)
İşte Hâtemü'l-evliyâ'nın vefâtının üçüncü günü tecellî eden muhteşem hâdise de Allâhuâlem bu büyük sırla ilgilidir.
Nitekim Muhammed ed-Dımeşkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem"inde yer alan aşağıdaki esrârengiz ifşaatında, Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'a has olan bu büyük sırrın aynı şekilde Hâtemü'l-evliyâ olan zâtta da tecellî edeceğine işâret ederek:
"İşte Hâtemü'l-evliyâ da aynen böyledir." buyurmuştur.("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 117)
Hazret'in beyanları şöyledir:
"Âdem devrinden Son Peygamber'e varıncaya kadar onlardan (peygamberlerden) ve onlara tâbî olanlardan hiç biri yoktur ki, aldığını ancak Hâteme'n-nebiyyyîn mişkâtından (kandilinden) almış bulunmasın. Zîrâ Cenâb-ı İlâhî'den meydana gelen tecellî, ilk devirlerde bile Ahmedî hakîkatin ona tecellî etmesine bağlıydı.
İşte peygamberlerin keşifleri nisbetinde nazar edebildikleri nübüvvet (peygamberlik) de ancak bu Ahmedî hakîkat sâyesinde tecellî eder. Onların idrakleri ve ona nazarları Cenâb-ı İlâhî'ye ulaşmalarını sağlar; bu hakîkatin dışında ne nazar etmeleri, ne de görmeleri mümkün olmaz. Onların meclisi ve onlardan herhangi biri için tefrik edilen herhangi bir şey, bu 'İlk Asıl' olmadıkça elde edilemez, zîrâ onların misbâhı (lâmbası) da, mişkâtı (kandili) de onun yüksek tecellîsidir. Mişkât (Kandil) olmadıkça onun ne yansıması olabilir, ne de onunla herhangi bir ilgisi bulunabilir!
Onun 'yansıması'na gelince; O'nun -sallallahu aleyhi ve sellem- mişkâtıyla (kandiliyle) kendi hakîkatinden ve 'ayn-ı sâbitesinden onlara bağışta bulunmasına benzer.
Nitekim Allah-u Teâlâ "Nûr'un temsili hakkındaki:
'O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir.' buyruğuyla ona işâret etmiştir. (Nûr: 35)
Buradaki birleştirme, tıpkı İlâhî meclis gibi bu 'Nûr'un tümü hakkındadır.
O öyle bir sırçadır ki;
'O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır.' (Nûr: 35)
O -sallallahu aleyhi ve sellem-, bu İlâhî sırla ilgili olarak Cibrîl'e: 'Bu yıldız benim.' buyruğuyla cevap vermiştir. Yâni hakîkî itibârla bu tecelliyâta o mazhardır, ondan başkası bu tecelliyâta ehil değildir.
Soru ve cevap hakkındaki kıssa, Hazret'in -sallallahu aleyhi ve sellem- Cibrîl'e kaç yaşında olduğunu sormasıyla yerini bulmuştur:
'Bilmiyorum! Ancak, ben burada bir yıldız bulunduğuna muttali' olmuştum. Her yetmiş senede bir defâ ortaya çıkardı. Ben onu yetmiş defâ gördüm.'
Başka bir rivâyette onunla ilgili olarak 'yetmiş'ten sonra, iki yerde ilâveten 'bin' ifâdesi zikredilir. Allah bilendir!..
Onun (Hâtemü'l-enbiyâ'nın) yaratılışı bakımından olan varlığı ertelenmiş, geciktirilmiştir. İşte bu cevap, onun -sallallahu aleyhi ve sellem- 'Hâteme'n-nebiyyîn' olmasına kadar erişir.
İşte Hâtemü'l-evliyâ da aynen böyledir. Velâyet mişkâtına ittibâ etmekle ve kendisinden almakla bir tahsîse ermiş olan, kendilerinden daha önde olduğu diğer velîlere tasarruf ve istimdâd etmekle ilgili bu 'Rûhî evvellik' ona da verilmiştir. Âdem henüz su ile toprak arasında iken, şüphesiz ki o da velî idi. Bu cümlenin tefsîri işte budur.
Onun dışındaki velîler ise bu ilme sâhip olamadıkları için ancak velâyet şartlarını tahsil ettikten sonra velî olmuşlardır." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 115-116-117)
"On iki"deki Sır:
30 Haziran gecesi gökte meydana gelen bu müthiş hadisede dikkat çeken mühim bir husus ise bu kandil misali "nur"ların sayısının "on iki" olmasıydı. Kamera kayıtlarında görüldüğü üzere sıra ile gökyüzüne yükselen bu kandillerin sayısı on ikiye tamam olmuştu.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hulefâsından Hâce Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri iki hâtem arasındaki beraberliğe işaret eden aşağıdaki ifşaatlarında aynı zamanda kutupların sayısının "On iki" olduğunu haber vermişlerdir:
"Bu ümmetin kutupları on ikidir, şu gördüğünüz âlemin burçları (yıldızları) da on ikidir. Müfred (eşsiz ve benzersiz) olanlar çoktur, zaman boyunca devâm ederler. İki 'Hatm' de onlardandır." ("Faslu'l-Hitâb Tercümesi", s. 584, trc.: A. Hüsrevoğlu)
Hazret on iki kutuptan bahsetmekte, hatta bu on ikinin ikisinin Hâtem-i nebi ve Hâtem-i veli olduğunu haber vermektedir. Şunu iyi bilin ki onlar, Hazret-i Allah'ın nûrudur, nurunun nasıl ve ne şekil olduğu yukarıda Nûr Sure-i şerif'i otuz beşinci Âyet-i kerime'si ve izahındadır.
Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yukarıdaki ifşaatlarında husûsiyetle ümmetin "on iki kutbu"ndan sözetmiş olması arza şâyândır. Zîrâ Erenler'le Hızırtepe arasında, yâni Hâtemü'l-evliyâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin defnedildiği noktanın tam üzerinde, 22:00 sularında önce tek başına büyük bir "Nûr" kandili göründükten sonra, birbirini tâkip eden on bir ayrı Nûr kandilinin yerden göğe doğru çıktığı müşâhade edilmiş; böylece üç dakika gibi kısa bir zaman zarfında peşpeşe tam "on iki nûr"un göğe doğru yükseldiği görülmüştür.
Kadir-i mutlak olan Allah-u Teâlâ bu nur kandillerini DHA muhabirine gösterdi ve kaydedildi. Hem tarafsız ve resmi bir kanaldan belgelenmiş hem de yüksek kalitede kaydedilmiş oldu. Böylece hiçbir itiraza mahal kalmadı.
"On iki"de hikmetler var. Nitekim Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"On iki peygamber ümmetimden olmayı temenni ederler." (Veliyyüddin: 770 no. Tirmizî, 199b yaprağı)
Yine bilindiği gibi İsâ Aleyhisselâm'ın havarilerinin sayısı da "On iki" idi.
"Ölümsüzlük" Sırrına Mazhar Kutuplar;
Hazret-i Hızır ve Hatmü'l-Evliyâ:
Bu kutuplardan bahseden İsmail Hakkı Bursevî –kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbü'n-Netice" adlı eserinde kendisine hususi bir nefes üflenen seçkin zâtlardan söz ederken Hâtemü'l-Evliyâ'yı Hızır Aleyhisselâm ve diğer kutuplarla bir arada zikretmiştir.
"Bazı nüfûs-ı fâzıla'ya ki nefh vâki olur (bazı üstün nefislere üfleme vukû bulur), husus üzerine bâtınınadır (has kulların içlerinedir); gerek ol nâfih olan (üfleyen) mücerredâttan (teklerden) olsun ve gerek olmasın; Hazret-i Hızır ve Hatmü'l-evliyâ ve sâir aktab gibi. Ve bu nefh vâki olmadıkça (üfleme vukû bulmadıkça) hiçbir kimse dâire-i velâyete kadem basmaz (velâyet dairesine ayak basamaz)." ("Kitâbü'n-Netice"; Genel, nr.: 1136, vr. 200b)
Nitekim Allah-u Teâlâ bu sırrın gerçekleşeceğini, yedi buçuk asır önce yaşamış olan büyük velî Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne de (ö. 650/1252) ayrıntılarıyla bildirmiş; o da bu esrâr-ı İlâhî'yi "Hâtemü'l-evliyâ" olan zât hakkında kaleme aldığı risâlesine tüm tafsilâtı ile kaydetmişti.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Hâtemü'l-evliyâ" hakkında hiçbir velînin işâret etmediği çok gizli sırlara yer verdiği "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye" adını taşıyan sözkonusu eserinde, Hâtemü'l-evliyâ için aslında "ölüm" diye bir şeyin sözkonusu olmadığına işâret etmiş; ebedî ölümsüz kılınan Hızır Aleyhisselâm'ı, gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indiren Allah'ın, Hâtemü'l-evliyâ olan zâtı da yüksek göğün üzerinde asılı duran bir yıldıza düşürüp, "Hayy" ism-i şerîfi ile ölümsüz kılacağını açıkça haber vermişti:
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun (Hâtemü'l-evliyâ'nın) alâmetlerindendir. O, hakîkat ve mecaz mekânıdır, en ulu mekândır; o, mülk ve akıl içindeki sevinç ve kurtuluş mekânıdır. O, hayâtın aslından tahsis edilen hayat ve ölümün indirildiği 'Hayy' ismine ulaşan 'Kazâ' mekânındaki Rabb'in ismine vâsıl olur.
Hattâ, ebedî ölümsüz olan Hızır'ı ve gâib olmayan birini Allah, korunmuş olan gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indirir. Hâtemü'l-evliyâ'ya ise hakîki hayatın ilerleyişini içirir, tâ ki ortaya çıksın ve yok olmasın, ebediyyen ölümsüz kalsın. Çünkü mülk, akıl ve ruh ona nüzûl eder, yüksek göğün üzerinde asılı duran yıldıza düşer. Havz ve Kevser'le diri olan Hızır ona doğru iner. O hem yeryüzünde Hayy -Teâlâ ve Tekaddes- ismini taşıyan Hâtemü'l-evliyâ'nın ilerleyişi, hem de O'na dönen mahlûkâtın ecel sûretinin ilerleyişidir." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206a-206b)
Burada Hazret, ölümsüz olan Hızır Aleyhisselâm'ı ve görünmez kılmadığı herhangi bir velîyi Allah'ın, "korunmuş olan gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indirdiğini" haber vermiş; mülk, akıl ve rûhun kendisine indirildiği Hâtemü'l-evliyâ'yı ise, ortaya çıkıp bir daha yok olmasın, ebediyen ölümsüz kalsın diye hakîkî hayâtın da ötesine nakledip, "Hayy" ism-i şerîf'inin tecellîsi ile "yüksek göğün üzerinde asılı duran yıldıza düşüreceğini"ni açıkça ifşâ etmiştir.
Nitekim bu esrâr-ı İlâhî bugün zuhûr etti ve gerek Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, gerekse Hacı Fatma Nine -kuddise sırrehâ- Hazretleri'nin bu husustaki beyanlarını açıkça tasdik etti.
"Göz Kamaştıran" İnci:
İşte Evliyâ-i Kirâm Hazerâtı'ndan kimisi bu Nûr'u "göz kamaştırıcı bir inci"ye benzetmiş; kimisi de eşi-benzeri bulunmayan parlak ve aydınlık bir "Cevher-i yektâ" olarak vasfetmişti.
Şeyh Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs" isimli eserinde, "Hâtemü'l-velâye" sırrına mazhar olan zâtın ihâtâ ettiği bu nûru gözkamaştırıcı bir inciye benzeterek şöyle buyurmuştu:
"Hâtem'in mânâsıyla kastedilen; İnsan-ı kâmil olan bir âlim ve göz kamaştıran bir incidir. Mülkü; kendisiyle Hâtemü'l-velâye sırrının zuhûrlarının en yücesindeki nakşın murâd edildiği âlemdir."
"İnsan-ı kâmil 'Zât' ile mevcûd olunca, o âlemin 'Vücûd'la isimlendirilişinin, kendisinin de 'Mevcûd'la isimlendirilişinin zuhûr ettiği yerdir. Hâtem'in göz kamaştırıcı bir inciyi ihâta ettiğinde şüphe yoktur. Şu hâlde Hâtem'in ihâtâ ettiği 'İnci' nasıl olur?
Meleklerin itirazı işte buradan kaynaklanmıştır. Mülk âlemden bir cüzdür ve o, âlemin kuşatması altındadır. Onun halka yaptığı itirâz, işin aslında Hakk'a yapılmıştır. Bâtınen O'nunla tahakkuk etmiş olmak şartıyla, en üstün tahakkukun yaratılmış olanda gerçekleşeceğinde şüphe yoktur. Şu kadar var ki, bâtın onu gizlemiş ve mülkle ilgili yanlış söz de buradan meydana gelmiştir. Allah'ın hücceti işte onunla kâim olur.
Hâtem nasıl ki inciyi ihâtâ etmişse; 'Zâhir' isminin ihâtâsı da, onun 'Vücûd'la âlemi ihâtâ etmesidir. İnsan-ı kâmil'in âlemi ihâtâsına gelince; kendisindeki cevher nedeniyle tıpkı Hâtem'in inciyi ihâtâ etmesi gibi, öylece ilmi ihâtâ etmektir. Zîrâ Hâtem'in üzerindeki onun şerefi ve onun ziyâsının kuvvetidir." ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 15b-16a)
Onun kuşattığı bu inci vefâtı ile ortaya çıktı ve zuhûru seyredenlerin gözlerini kamaştırdı.
Seyyid Ali Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem Şerhi"nde, Hâtem-i evliyâ olan zâtla nurlarını ondan alan diğer velîlerin kâinât âleminde, ışığını güneşten alan ay ve yıldızlara bedel olacak biçimde zuhûr ettiklerini haber vererek, "Nûr"uyla göz kamaştıran Hâtemü'l-evliyâ'nın velîler meydanındaki göz kamaştırıcı hâlinin aynen böyle olduğuna dikkati çekmiştir:
"Göz kamaştıran güneşle, onun nûrunun şûleleri altında varlıklarını gizleyen, dünyevî varlıkların derinliklerine girip karar kılan, cismî tabî'at ağırlıklarının karanlık vaktinden sonra zuhûr eden parıltılarını saçan yıldızlara bedel olacak şekilde; peygamberlerin özlerinde de 'İlmu'llâh', yâni 'Allah'ın ilmi'; kendilerine nübüvvetin varlığının zuhûr etmesini talep ettiren isti'dâdlarının çokluğu nisbetinde meydana gelir. Ay ve yıldızların zuhûru, ancak geceleyin kuvvetli ve şiddetli bir biçimde kendini belli eder. İşte Hâtemü'l-evliyâ'nın velîler meydanındaki muhteşem hâli de aynen böyledir." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", Süleymâniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr.: 2794/37, vr. 535a)
İşte Allah-u Teâlâ rahmet-i İlâhî'sinin açık bir tecellîsi olarak onun bu muhteşem hâlini bugün halka alenen izhâr etti.
Dâvud bin Mahmûd el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem" adlı eserinde, peygamberlerin ve velîlerin ışığını güneşten alan ve henüz güneş yokken ortaya çıkan ay ve yıldızlara; Hâtemül'enbiyâ ve Hâtemü'l-evliyâ'nın ise, ay ve yıldızlar kaybolduktan sonra, kendi nûruyla bütün âlemleri aydınlatan parlak bir güneşe benzediğini dile getirerek şöyle buyurmuştur:
"Hâtemü'r-rusül'ün her ne kadar varlık tıyneti gecikmiş ise de, o hakîkatıyla ruhlar âleminde mevcûddu. O, mevcûdiyetinden ve bir risâletle ümmetine gönderilmeden önce zâten peygamberdi. Çünkü ezelî ve ebedî kutupların hepsinin kutbu odur. Varlıktan maksat Peygamber Aleyhisselâm olduğu için, diğer peygamberlerin nübüvveti ise kendileri adına, ancak gönderildikleri an gerçekleşmiştir.
Şu hâle göre o, âlemin özlerini ve aynı şekilde, istidâdları yönünden peygamberlerin özlerini de kendinde toplayan, şümullü bir mertebeyi kendisine hâsıl kılan bir farklılıkla, ilim husûsunda çok önceden vâredilmişti. Onlar ise, tıpkı güneş ışığının doğmasıyla gizlenen yıldızların ışıkları gibi, hakîkat-ı Muhammediyye nûrları ile zuhûr ederek değil, kendi varlıklarında nübüvvetin zuhûrunu talep etmişler; cismî tabiat makâmında ve unsurî gecelerin karanlığında tahakkuk ettikleri zaman da, ay ve yıldızların karanlık gecede açığa çıkması gibi, kendilerine has nûrları ile açığa çıkmışlardı.
İşte Hâtemü'l-evliyâ ortaya konulduğu zaman, onun velîlere nisbeti de böyle olur." ("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 30a vr.)
Geçmişteki zevât-ı kirâm bu muhteşem sırrı o zamandan görmüş ve seyretmişti.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ifâde ettiği üzere; onun nûru yerin derinliklerinden gökyüzüne değil, aslında Arşu'r-Rahmân'a kadar uzanmaktadır:
"Onun nûru yerin dibinden Arş'a kadar uzanır." ("Mektûbât", 260. Mektub)
"Tezkiretü'l-Evliyâ"da nakledildiğine göre; Bâyezîd-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri yalnız velîlerin değil, peygamberlerin bile gıpta ettiği bir mertebe olan "Hâtemü'l-velâye" mertebesine vâris olan zâtın, ayakları yerin dibinde olduğu hâlde başı "A'lâ-yı İlliyyîn"i aşan bir kimse olduğuna işaret etmiş; bâzı "Ulü'l-azm" peygamberlerin ise bu iki mesâfe arasında kalmaları nedeniyle, kendilerini ümmet-i Muhammed'e dahil edip bu makama eriştirmesi için Allah-u Teâlâ'ya duâda bulunduklarını haber vermişti:
"Ibrâhim, Mûsâ ve İsâ -aleyhimüsselâm-ın:
'Allah'ım! Bizi Muhammed'in ümmetinden kıl!' dedikleri rivâyet edilir.
Sen zannediyor musun ki, onlar azıcık bir riyâset elde etmek uğrunda Hakk'ın huzûrunda rüsvay olmayı arzu ettiler? Hâşâ ve kellâ!.. Bilâkis onlar bu ümmet içinde öyle şahsiyetler görmüşlerdir ki, bunların ayakları yerin dibinde olduğu hâlde başları A'lâ-yı İlliyyîn'i aşmış ve onlar da bu arada kaybolup gitmişlerdir." (Ferîdüddîn Attâr, "Tezkiretü'l-Evliyâ", s. 226)
"Hâtemü'l-velâye" nûrunun gökyüzündeki bu açık müşâhadesi Hatemiyyet'le ilgili en gizli sırlardan birisi olup; bâzı zevât-ı kirâm'ın ifâdesine göre, diğer esrâr-ı İlâhî'ye nispetle eşine rastlanmamış en büyük hazînedir.
Şeyh Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs" adlı eserinde bu sırrı, "Hâtemü'l-velâyet"e gizlenen en büyük hazîne olarak takdim etmiştir:
"Bâtınlar karanlıklardan sıyrılınca ayna ortaya çıkar, onda görüntü zuhûr edince onların nazar ettiği güneş, izi tâkip edilen kemâlle gece karanlığındaki ay gibi gözükmeye başlar. İşte bu, 'Fusûs Şerhi'ndeki onunla (Hâtemü'l-evliyâ ile) ilgili bir hazînedir. Allah doğruyu söyleyen ve yola hidâyet edendir!" ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 56b)
Büyük Velîlerin Vefâtını Haber Veren Hâdiseler ve
Hâtemü'l-Evliyâ'nın Vefâtı Sırasında Zuhûr Eden Bâzı Hâller:
Allah-u Teâlâ, yeryüzünde âdet-i İlâhî hâricinde birtakım olaylar meydana getirerek nâdiren gönderdiği büyük velîlerin vefâtını izhar etmeyi murâd etmiş; böylece umum halka kapalı, o velîye tâbî olanlara âşikâr olan birtakım işâretleri önceden göstermiştir.
"Risâle'-i Sipehsâlâr"da yazdığına göre; Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin oğlu olan Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri'nin son hastalığı sırasında Konya'da yedi gün peşpeşe sarsıntılar hissedilmiş; Hazret halkın telâşa kapıldığını görünce: "Üzülmeyin, telâş etmeyin! Bu benim vefâtımın habercisidir. Zâhiren aranızdan ayrılsam da bâtınen sizinle berâber olacağımızdan şüphe etmeyin! Bilin ki evliyâullâh, vefât etseler bile O'nun izniyle yeryüzünde dolaşır; zor durumda kalanlara, etbâına (tâbîlerine) ve yakınlarına yardımda bulunurlar." diyerek onları teselli etmişti.
Nihâyet Hazret, evlâtlarını geride bırakarak bu fânî âlemden göçüp gitti. Vefâtından sonra talebeleri, kabrinin üzerinden üç gün boyunca parlak bir nûrun çıkıp göğe doğru yükseldiğini gördüler ve kendilerini tutamayıp gözyaşı döktüler. ("Risâle'-i Sipehsâlâr", s. 132)
Nitekim Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'mizin vefâtlarından önce de, daha önce görülmedik bir biçimde, yaz ortasında ardı arkası kesilmeyen sağnak yağmurların yağdığı görülmüş ve bu durum herkes tarafından hayretle karşılanmıştı. Nitekim naaşlarının kaldırılacağı gün de, hava aşırı derecede sıcak ve harâretli iken, cenâze namazı kılınacağı sırada büyük bir bulut kitlesi cenâze alanını tutarak, onun ihvânının üzerini sarıp namazın serin bir ortamda kılınmasını temin etmiş; Erenler'de definlerinden hemen sonra ise mübârek bedenleri kabr-i şerîf'lerine konulur konulmaz, bardaktan boşanırcasına şiddetli bir yağmurun kopup mübârek kabir topraklarını iyice ıslattığı görülmüştür.
Allah-u Teâlâ'nın bu büyük "Velî"sinin vefâtının üçüncü gününde, gece yarısı 22:00 sularında Sa'deddîn Hamevî -kuddise sırruh- ve Hacı Fatma Nine -kuddise sırruh- Hazretleri'nin önceden bildirdiği büyük hâdise zuhûr etmiş; defnedildikleri nokta olan Erenler'le Hızırtepe arasından yıldız gibi ışık saçan birtakım parlak cisimler yerden göğe doğru yükselmiştir.
Başka işaretler de zuhur etmiştir. Vefatları gecesi dolunayın çok parlak vaziyetini gören hâl ehli bu zâtın vefatından haberleri olmadığı halde etrafındakilere büyük bir zâtın vefat edeceğini duyurmuşlardı.
Yine Malatya gibi bazı şehirlerde görgü şahitleri doğu tarafından gelen büyük bir yıldız veyahut ateş topu benzeri cismin batı tarafında patlamaya benzer büyük bir ışık saçarak kaybolduğunu haber vermişlerdir.
Hâtemü'l-evliyâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin vefâtının öncesinde ve sonrasında meydana gelen bu gibi hâdiseler, herkesin canlı olarak gördüğü ve açıkça müşâhede ettiği apaçık birer delil olarak, Evliyâ-i Kirâm Hazerâtı'nın onun hakkındaki esrâr dolu sözlerini ve bu zevât-ı kirâmın ilmî ve kevnî kerâmetlerini şüpheye imkân bırakmayacak bir dille te'yid ve tasdik etmiştir.
"Allah dilediği kimseyi Nûr'una kavuşturur." (Nûr: 35)
"Allah kime nûr vermemişse onun nûru yoktur." (Nûr: 40)
Hatmü'l-Evliyâ'ya Muhabbetin Netîceleri,
O'nun ve Kitaplarının Değeri:
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinde Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın kitaplarının Hazret-i Kur'an'la dolu olacağını iki asır öncesinden ifşâ etmiş; onun boyasına boyananların ulaştıkları fazilet ve meziyeti, Münker ve Nekir'in suâlleri karşısında uğrayacakları mânevî desteği, dergâhının ve türbesinin altında yatan esrâr-ı İlâhî'yi kâmil ve mükemmel üslûbuyla şöyle tasvir etmiştir:
"Hatmü'l-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahî şefâ'ate muhtaç olmayasın!
Zîrâ bu bir muhabbettir ki, 'adâvetleri ref' eder (düşmanlıkları kaldırır).
Ve bu bir ikrârdır ki, kabirde Münker ve Nekir'i hayrette kor.
Ve bu bir intisâbdır ki, selâtîn ona reşk eyler (sultanlar ona gıpta ederler).
Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur (hikmet ehlinin aklı donar kalır).
Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale'l-vücûh (yüzüstü sürünerek) gelir.
Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (sür'atli feleklerin) fevkindedir.
Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı 'azîmdir ki (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sârîdir (bütün şehirlere sirâyet etmiştir).
Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umûmen bunda mündericdir (İlâhî kitaplar bunun içine dercedilmiştir).
Ve bu bir kalemdir ki, onun levhi âriflerin kalpleridir.
Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz.
Ve bu bir şekildir ki, bunun netîcesine kimse ermez ve ilmî dâiresine bir fert giremez!.." ("Kitâbü'n-Netice"; Genel, nr.: 1136, vr. 248a)
•
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu beyanlarını açıklaması ile beraber arzediyoruz:
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın."
O onun vekili olduğu için, ona yapılan muhabbet Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan muhabbet gibidir. O şefaat ettiği gibi, Allah-u Teâlâ'nın izniyle o da şefaat eder.
Nitekim Abdullah bin Ebi'l-Ced'a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:
"Andolsun ki ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temîmoğulları'ndan daha çok kimse cennete girecektir."
Ashâb-ı kiram:
"Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?" dediler.
"Benden başka bir kimse!" buyurdu." (Tirmizî - İbn-i Mâce: 1443)
•
"Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref' eder. (Düşmanlıkları kaldırır.)"
O Hakk nâmına gönderilmiştir, Hakk'ı tebliğ eder. Ona muhabbet eden kimse, Hakk'a muhabbet etmiş olur. Ona buğz eden kimse ise, Hakk'a buğzetmiş olur. Bu buğzu kaldırmak isteyenlerin muhabbet etmesi gerekir.
•
"Ve bu bir ikrardır ki kabirde, münker ve nekiri hayrette kor."
Bir insan dünyada Hakk ile olursa; kabirde de Hakk iledir, mahşerde de Hakk iledir, Cennet-i âlâ'da da Hakk iledir. Sen dünyada kiminle isen, o da seninledir.
"Kim Allah için olursa Allah da onun için olur."
Vazifeli melekler kabre geldiklerinde, orada Hakk'ın tecelliyâtını gördükleri zaman hayrete düşerler.
Bu beyanlarında gizli sırlar var. Size temsilini verelim: Farz-ı muhal ki herhangi bir ifade almak için eve emniyetten bir polis geldi. Reisicumhuru orada görürse ne yapar? Bu husus ise ondan da incedir.
•
"Ve bu bir intisabdır ki selâtin ona reşk eyler. (Sultanlar gıpta ederler.)"
Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ilim karşısında; sultanların olsun, profesörlerin olsun, ilimleri dışarıda kalır, buraya nüfuz edemezler, âcizliklerini itiraf ederler. Niçin? Onun ilmi ilmullah olduğu için.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri 317. Mektub'unda:
"Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi, o kabuğun özüdür." buyurmuşlardır.
Onların ilimleri zâhirîdir, ilme'l-yakîndir. Bu ilimler ise Hakk'al-yakîne âittir.
•
"Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur. (Hikmet sahiplerinin akılları donar kalır.)"
İlm-i ilâhî olduğu için, ilmullah olduğu için, has bir ilim olduğu için; onlar buraya nüfuz edemezler, hayret ve hayranlık içinde kalırlar.
•
"Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zatlar) ona meşyen ale'l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir. "
Orası Ravza-i mutahhara'nın şubesi olduğu için, o kehribarın tozları kehribara gelirler.
•
"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir."
Onu nerede yatıracağını, nasıl yaşatacağını Allah-u Teâlâ bilir. Şu kadar var ki, bir nazargâh-ı ilâhî olacağı anlaşılıyor.
•
"Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı azîmdir ki, (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sâridir. (Bütün şehirlere sirayet etmiştir.)"
Allah-u Teâlâ'nın nazar yeri olduğu için, irşadını da yaydığı için; onun kitaplarını okuyan ona hayrandır, daha ileriye gidenler mesttir, gönüllerindeki muhabbet, onunla beraber olmayı vesile kılar.
•
"Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir.)"
Bütün ilâhî kitapların hülâsası Kur'an-ı kerim'dir. Kur'an-ı kerim'in bütün Âyet-i kerime'leri girdiğine göre kütüb-i semâviye bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir.
Nitekim Süleyman Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'ya şöyle niyazda bulunmuştu:
"Ey Rabb'im! Beni bağışla! Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver!" (Sad: 35)
Bu da mânevî saltanattır, Allah-u Teâlâ kıyamete kadar başkasına vermeyecek, artık kıyamete kadar böyle bir kitap yazılmayacak. Niçin? Devir Hâtemü'l-evliya ile kapandığı için. Üçüncü bir hâtem yok.
Nitekim Bediüzzaman -kuddise sırruh- Hazretleri "Emirdağ Lâhikası" isimli eserinde Hazret-i Mehdi'nin vazifesinden bahsederken, Hazret-i Mehdi'den önce gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitapların Hazret-i Mehdi'ye hazır bir program olarak hazırlandığını işaret etmiştir.
Buyurur ki:
"O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak."
Buradan da anlaşılıyor ki, bundan sonra böyle bir kitap yazılmayacak, bunu başkasına vermeyecek.
•
"Ve bu bir kalemdir ki onun levhi âriflerin kalpleridir."
Allah-u Teâlâ ona bahşettiği ilim kitaplara sığmaz, halk ondan hiçbir şey anlamaz. Fakat Ârif-i billâh olanlar onunla gönüllerine nakış yaparlar, ona karşı duyduğu aşk ve muhabbet ile yaşarlar.
•
"Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz."
Hakk'tan geldiği için bambaşka bir nakıştır.
Yine bu beyânında "onun boyası ile boyanan kimsenin ebedî olarak solmayacağını" beyan buyuruyor. Bu ise Cenâb-ı Hakk'ın nasipdar ettiği seçkin müride âittir. Seçkin mürid onun boyası ile boyanmıştır, onun ahlâkı ile ahlâklanmıştır; onun resmidir, benzeridir. Dünyâda durumları böyle olduğu gibi âhirette de berâber olacaklardır.
İhvan onun hâlâtını yaşarsa, onun izinden yürürse, onun mânevî elbisesini giymiş olur. O elbise de nur olduğu için solmaz.
•
"Ve bu bir şekildir ki, bunun neticesine kimse ermez ve ilmî dairesine bir fert girmez."
Allah-u Teâlâ desteklediğinden ötürü ne ilmine, ne irşadına, ne de icraatına mahlûkun aklı ermez. İlmi dâiresine giremeyişi; O'nun var oluşundandır ve ilminin de ilmullah oluşundandır. O ilmini Cebrâil Aleyhisselâm'ın aldığı yerden alır. O dâireye hiçbir ferdin girmesi mümkün olmadığı gibi, o ilmi anlaması da mümkün değıildir.
Muhyiddin-i İbn'ü-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu husustaki tasdikini Fusûs'ul-Hikem adlı eserinde:
"O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah'tan alır." sözü ile ifade etmiştir. (sh: 45)
Bu zevât-ı kiram Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği öyle kullarıdır ki, "Hâtem-i veli"ye neler bahşedeceğini Allah-u Teâlâ göstermiş, görerek ve bilerek konuşmuşlar; ehemmiyetini, ciddiyetini ve faziletini ibraz etmişlerdir.
•
Allah'ımız ahirette "Hâtem"lerinin bayrağı altında bulunma şerefine mazhar ettiği kullarından etsin, siyah bayraklılar zümresine dahil eylesin, lütuf birliğiyle haşr-ü cem etsin!.. Amin.
http://www.hakikat.com/dergi/203/bsyz20313.html
İbrahim bin Edhem -kuddise sırruh- Hazretleri'nden rivâyet edildiğine göre; Allah-u Teâlâ Yahya bin Zekeriyya Aleyhisselâm'a bu zâtı ve kendisine ihsan ettiği bu nimetlerini şöyle haber vermişti:
"Ey Yahya!
Bil ki ben kullarımdan bir kulu, niyetinden ötürü sevmeyi kendime şiâr edindim.
...
Ve diyeceğim ki; 'Müjdeler olsun sana! İzzet ve Celâl'ime yemin ederim ki, bana ettiğin nazarla senin gönlünü iyileştirip; her gün, her gece ve her saat içinde senin için bir keramet ortaya koyacağım!'" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 22-23)
Bu böyledir. Ancak o bu hallerini halktan gizlemiş olsa da yakınları ve sevenleri her an bu hallere vakıf idi. Hemen hiçbir ihvanı yoktur ki gönlünde taşıdığı bir soru ile huzurlarına çıktıklarında hiçbir kelâm etmedikleri halde sanki sual etmişçesine cevabını almış olmasın. Hiçbir ihvanı yoktur ki gerek manevî, gerek hususî işlerinde onun tasarrufuna şahit olmasın.
Kendileri hiçbir zaman keramete iltifat etmediler, ilim ve mahviyet üzerinde durdular. İhvanını da bu şekilde yetiştirdiler.
Onun ihvanı arasında keramet anlatma gibi bir usül hiç olmadı. Çünkü bu zâtın kemali o kadar aşikârdı ki, keramet dinlemeye kimsenin ihtiyacı olmadı. Bu zât hep "Allah" dedi, sevenleri de o terbiye ile yetişti.
En büyük kerametleri ise bu seyyiat zamanında bu ahir zamanda istikamet üzere olması idi. Herkesin kendi zan ve hükmünü yürütmeye çalıştığı bir devirde Allah-u Teâlâ'nın hükmünü neşretti. Karıştırmaya çalışanların karıştırmalarına izin vermedi. İhvanı imanın tadını yaşadıkça, istikametin anlamını kavradıkça kendisine teşekkür etti, Hazret-i Allah'a hamdetti. İmanların yandığı bir asırda imanlarını kurtarmakla kalmadılar, iman kurtarma cihadı yaptılar. Bunların hepsi aslında onun açık bir kerâmeti idi. Nasıl ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in en büyük kerameti Kur'an-ı azimüşan ise bu zâtın en büyük kerameti de Kur'an-ı azimüşan'ın tefsiri mahiyetindeki eserleri idi.
Fakat halk ilim ve istikamete gerekli ehemmiyeti vermediği için onun bu değerini bilemediler.
•
Rabb'imiz Allah-u Teâlâ Hazretleri bize dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennet-i âlâ'da da; her iki "Hatem"le olmayı ikram buyursun. Bizi onların şefaatine nâil eylesin. Onlara lâyık edebi, adabı, evlâtlığı, ihvanlığı lütfetsin... Amin.
En Büyük Keramet:
Şeyh Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin (ö. 1936) talebelerinden merhûme Hacı Fatma Nine -kuddise sırrehâ- Hazretleri (ö. 1986), kendisini ziyârete gelen, Muhterem Ömer Öngüt'ün sevenlerinden İzzettin Efendi'ye, yaklaşık otuz yıl önce bu büyük ve esrârengiz sırrı ifşâ ederek haber vermiş;
"Sizin Efendiniz'in en büyük kerâmeti, vefâtından üç gün sonra ortaya çıkacaktır!.." buyurmuştu.
Hacı Fatma Nine'nin açtığı bu esrâr-ı İlâhî bugüne kadar Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ihvânı tarafından biliniyor ve bekleniyordu; fakat mâhiyetinin ne olduğu ve ne şekilde zuhûr edeceği malûm değildi. Fatma Nine'nin bu beyan kendilerine arzedildiğinde; "Benim göstereceğim beni Yaratan'dr." buyurmuşlard.
Nitekim Allah-u Teâlâ bu büyük zâtın mânevi makamına bir işaret ve onun büyüklüğüne bir delil olarak nûrunu beşeriyete izhar etti.
Hacı Fatma Nine -kuddise sırrehâ- bir başka beyanlarında şeyhi Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin doğduğu gün kurbanlar kestirdiğini, ihvanına büyük bir zâtın dünyaya teşrifini ve kendisine "Kızım sen onu göreceksin" diye müjdelediğini haber vermişti. Nitekim yıllar sonra Fatma Nine'nin ahir ömründe bu buluşma gerçekleşmiş, Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Hacı Fatma Nine'yi ziyareti ile ihvanı da bu muhtereme nineden ve sakladığı sırlardan haberdar olmuşlardı.
"Allah Göklerin ve Yerin
Nûrudur"
Allah-u Teâlâ Nûr Sûre-i şerif'inin 35. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir. O kandil billur bir cam içindedir. O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Ki, ne batıda ne de doğuda bitmeyen mübarek bir zeytin ağacından (onun yağından) yakılır. Ateş dokunmasa bile onun yağı ışık verir. Nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur. Allah insanlara böyle misaller verir. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir." (Nûr: 35)
Nûr, Allah-u Teâlâ'nın Zâhir İsm-i şerif'inin tecelli etmesidir. Varlıklar o Nûr'un tecellisi ile vücud bulmuştur. Bütün âlemleri meydana koyan, mükevvenâtı gösteren, hakikati bildiren O'dur.
Şu gördüğün bütün bu âlem bir tabla veya bir tepsiden ibarettir. Ve fakat senin bildiğin tepsi ya tenekedir, ya da billurdur. Allah-u Teâlâ'nın tepsisi ise nurdur.
"Gökler ve yer" ibaresi Kur'an-ı kerim'de hususiyetle "Kâinat" için kullanılmaktadır. Dolayısıyla Âyet-i kerime'nin mânâsı "Allah bütün kâinatın nûrudur." demektir.
Gökleri meleklerle ve parlak yıldızlarla, yeri de kendi dostları olan nebilerle velilerle aydınlatan, nûrlandıran O'dur.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem'ini "Sirâcen münîrâ=Nûr saçan kandil" olarak vasıflandırmıştır. (Ahzâb: 46)
İbn-i Mesud -radiyallahu anh- şöyle buyurur:
"Rabb'inizin katında ne gece ne gündüz vardır. Göklerin ve yerin nûru, O'nun zâtının nûrudur."
Gökleri ve yeryüzünü aydınlatan nûrun hayret verici vasıflarının temsili şudur:
"O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir." (Nûr: 35)
Burada Allah-u Teâlâ'nın nûru, içinde lâmba bulunan bir kandile benzetilmektedir.
Mümin-i kâmil'in kalbi Allah-u Teâlâ'nın hidayeti ile nûrlanmıştır:
"O kandil billur bir cam içindedir." (Nûr: 35)
Billur cam, kudsi ruhtur.
Ruhaniyet, dünyada da kabirde de mahşerde de, onunla beraber haşrolunur.
"O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır." (Nûr: 35)
Öyle bir güzellikte ve parlaklıktadır ki bu güzelliği temsil için inciye benzetilmiştir. Çünkü burada nûr üstüne nûr olmuş, yeryüzünün yıldızları olmuştur.
Bu cam berraklık ve güzellik hususunda parıl parıl parlayan yıldızı andırmakta; yıldız da parlaklık, berraklık ve güzellikte inciye benzemektedir. Küçük cam, büyük bir yıldız haline dönüşüyor.
"Ki, ne batıda ne de doğuda bitmeyen mübarek bir zeytin ağacından (onun yağından) yakılır." (Nûr: 35)
O ağaç, Allah-u Teâlâ'nın sevdiği seçtiği kendisine çektiği kullardır. O muhabbetullah ile yanar, onun yağı feyzi ilâhiyedir. O nûr o feyz-i ilâhi sebebiyle hiçbir şey söylemese bile hâl ile beşeriyetin numunesi ve imtisali olduğu için nûr saçar. Bu beyanlarımız Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem'inin yüzüsuyu hürmetine vekillerine bahşettiği lütuflardır.
"Ateş dokunmasa bile onun yağı ışık verir." (Nûr: 35)
Öyle aydınlık ki, yağın kendisi yanmadan bile ortalığı aydınlatacak durumda.
Allah-u Teâlâ'nın bu kulları hakkında Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerde bir çok beyanlar bulunmaktadır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de:
"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden verilen bir nûr üzerindedir." buyuruluyor. (Zümer: 22)
Bu nûru Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'i ile beyan ediyor:
"Mü'min-i kâmil'in ferasetinden korkunuz. Çünkü o Azîz ve Celîl olan Allah'ın nûru ile bakar." (Münâvî)
Bunlar vâris-i enbiya oldukları içindir ki, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin tecelliyatına mazhar olmuşlardır. Yani bildirdiği kadar bilir, gösterdiği kadar görür. Hakk'ta fani olduğu zaman bunlar husule gelir.
Cenâb-ı Hakk'ı görür kendisini görmez, zira âyân-ı sâbite ile Hakk'ı tesbih eder, O'nunla ibadet eder.
Azamet-i ilâhî'nin karşısında bir zerre olarak Allah-u Teâlâ'ya ibadet, taat ve secdesini yapar.
"Kulhüvallahü Ehad" dediği zaman azamet-i ilâhi'yi görür. "Allahüssamed" yarattığı varlıkların O'na muhtaç olduğunu bilir.
Bu esrar-ı ilâhiye ne zaman tecelli eder ki âyân-ı sâbite bütün "âyân-ı sâbite"lerin Hazret-i Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu görür? Ve herşeyin Hakk ile kaim olduğunu gördüğü zaman Âyet'ül-kürsi'nin sırrına mazhar olur.
Fatiha-i şerif'te "Elhamdülillâhi, Rabb'il âlemin" derken bu sırra mazhardır. Bu ise ancak Hazret-i Allah'ın boyası ile boyandığı zaman husule gelir.
"Allah'ın boyası ile boyanın! Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?" (Bakara: 138)
Bir zerre olarak Hakk ile Hakk'ı tesbih eder. Ruh Cenâb-ı Hakk'ın lütuf tecelliyatıyla nûrlanır, nefsi ruha tâbidir. O da nûrlanmış olur, dolayısıyla vücudu da nûrlanır. Bunların hepsi husule geldiği zaman "Sirâcen münîrâ" olur. Her tecelliyat-ı ilâhi ile "Nûrun alâ nûr" olur. O artık Hakk iledir. En hoşlandığı şey Hazret-i Allah'ın hükmü olur. Onlarda arzu yaşamaz. Hayat ve vefat arasında hiç fark olmaz. Çıkacak hükm-ü ilâhî'ye peşinen teslim olmuşlardır. Bu onlara ihsan edilen lütuflardır. Hazret-i Allah'a ram olmuştur. Bütün iradesini Hazret-i Allah'a teslim etmiştir.
Semâ'daki Yıldız:
Allah-u Teâlâ Nûr Sûre-i şerif'i otuz beşinci Âyet-i kerime'de nurunu misâl ile duyururken "içinde lâmba bulunan bir kandil", "inci gibi parlayan bir yıldız" misâllerini veriyor.
Gerek bu Âyet-i kerime'de gerek Hadis-i şerif'lerde gerekse Hâtemü'l-evliyâ'yı haber veren evliyâullah Hazerâtı'nın ifşaatlarında Allah-u Teâlâ'nın kudretinin ve nurunun hep bu misallerle anlatılması ve bu misallerin yaşanan bu büyük kerametteki görüntülerle birebir uyuşması bizleri hayretler içerisinde bırakmaktadır.
Aşağıda arzedeceğimiz Hadis-i şerif'te geçen gizli srra göre; Cebrâil Aleyhisselâm'n yldz şeklinde gördüğü Resulullah Aleyhisselâm'n nûru idi ve Cebrâil Aleyhisselâm'a "O benim" buyurmuştu.
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Allah'ın ilk yarattığı şey benim rûhumdur." deyince Cibrîl hayret etmişti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Cibrîl'in bu husustaki hayretini görünce, Cibrîl'e: "Ey Cibrîl! Kaç yaşındasın?" buyurdu. Cibrîl: "Bilmiyorum! Fakat dördüncü perdede bir yıldız vardı, her yetmiş senede bir defâ çıkardı. Ben onu yetmiş bin defâ gördüm." cevâbını verdi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Allah'ın izzetine yemin ederim ki o yıldız benim!" buyurdu.
Sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Vahiy sana nereden geliyor?" diye sordu.
Cibrîl: "Ben göklerde ve yerlerde dolaşırken bir zil sesi duyarım, duyunca Beytü'l-ma'mûr'a giderim ve vahyi oradan alıp yeryüzündeki nebî ve resullere veririm." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ona:
"Şimdi Beytü'l-ma'mûr'a git ve benim isim ve nesebimi orada söyle!" buyurdu.
Bunun üzerine Cibrîl hemen sür'atle Beytü'l-ma'mûr'a gitti ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in buyurduğu gibi isim ve nesebini söyledi. Daha önce hiç açılmayan Beytü'l-ma'mûr'un kapısı ilk defâ o zaman açıldı, Cibrîl Aleyhisselâm Beytü'l-ma'mûr'un içinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i oturmuş olarak gördü. Hayret ederek hızla yeryüzünde Resulullah'ın bulunduğu yere indi, Resulullah'ı daha önce Câbir'le konuşurken bıraktığı yerde gördü. Sonra tekrar Beytü'l-ma'mûr'a döndü, Resulullah'ı orada yine oturmuş olarak buldu. Sonra tekrar yeryüzüne indi, bu defâ yine Câbir'le konuşurken gördü.
O zaman Cibrîl Aleyhisselâm Câbir -radiyallahu anh-e:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- yerini hiç terketti mi?" diye sordu.
Câbir: "Hayır ey Arap kardeş! Bizim konuştuğumuz mevzu sen bizden ayrıldığın zamandan beri hâlâ bitmedi, konuşmaya devâm ediyoruz." cevâbını verdi.
Bunun üzerine Cibrîl, Resulullah'a:
"Eğer vahiy senden sana ise, benim aracı olmamdaki hikmet nedir?" deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Bu teşrî' (insanlar arasında hüküm vermek) içindir, ey kardeşim Cibrîl!" buyurdu ve ardından şu Âyet-i kerîme'yi okudu:
"Sana onun (Kur'ân'ın) vahyi bitmeden önce Kur'ân'ı okumakta acele etme ve: 'Rabb'im! İlmimi arttır!' de!" (Tâ-Hâ: 114) (Muhammed el-Burhânî, "et-Tebriatü'z-Zimme", s. 100-101)
İşte Hâtemü'l-evliyâ'nın vefâtının üçüncü günü tecellî eden muhteşem hâdise de Allâhuâlem bu büyük sırla ilgilidir.
Nitekim Muhammed ed-Dımeşkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem"inde yer alan aşağıdaki esrârengiz ifşaatında, Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'a has olan bu büyük sırrın aynı şekilde Hâtemü'l-evliyâ olan zâtta da tecellî edeceğine işâret ederek:
"İşte Hâtemü'l-evliyâ da aynen böyledir." buyurmuştur.("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 117)
Hazret'in beyanları şöyledir:
"Âdem devrinden Son Peygamber'e varıncaya kadar onlardan (peygamberlerden) ve onlara tâbî olanlardan hiç biri yoktur ki, aldığını ancak Hâteme'n-nebiyyyîn mişkâtından (kandilinden) almış bulunmasın. Zîrâ Cenâb-ı İlâhî'den meydana gelen tecellî, ilk devirlerde bile Ahmedî hakîkatin ona tecellî etmesine bağlıydı.
İşte peygamberlerin keşifleri nisbetinde nazar edebildikleri nübüvvet (peygamberlik) de ancak bu Ahmedî hakîkat sâyesinde tecellî eder. Onların idrakleri ve ona nazarları Cenâb-ı İlâhî'ye ulaşmalarını sağlar; bu hakîkatin dışında ne nazar etmeleri, ne de görmeleri mümkün olmaz. Onların meclisi ve onlardan herhangi biri için tefrik edilen herhangi bir şey, bu 'İlk Asıl' olmadıkça elde edilemez, zîrâ onların misbâhı (lâmbası) da, mişkâtı (kandili) de onun yüksek tecellîsidir. Mişkât (Kandil) olmadıkça onun ne yansıması olabilir, ne de onunla herhangi bir ilgisi bulunabilir!
Onun 'yansıması'na gelince; O'nun -sallallahu aleyhi ve sellem- mişkâtıyla (kandiliyle) kendi hakîkatinden ve 'ayn-ı sâbitesinden onlara bağışta bulunmasına benzer.
Nitekim Allah-u Teâlâ "Nûr'un temsili hakkındaki:
'O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir.' buyruğuyla ona işâret etmiştir. (Nûr: 35)
Buradaki birleştirme, tıpkı İlâhî meclis gibi bu 'Nûr'un tümü hakkındadır.
O öyle bir sırçadır ki;
'O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır.' (Nûr: 35)
O -sallallahu aleyhi ve sellem-, bu İlâhî sırla ilgili olarak Cibrîl'e: 'Bu yıldız benim.' buyruğuyla cevap vermiştir. Yâni hakîkî itibârla bu tecelliyâta o mazhardır, ondan başkası bu tecelliyâta ehil değildir.
Soru ve cevap hakkındaki kıssa, Hazret'in -sallallahu aleyhi ve sellem- Cibrîl'e kaç yaşında olduğunu sormasıyla yerini bulmuştur:
'Bilmiyorum! Ancak, ben burada bir yıldız bulunduğuna muttali' olmuştum. Her yetmiş senede bir defâ ortaya çıkardı. Ben onu yetmiş defâ gördüm.'
Başka bir rivâyette onunla ilgili olarak 'yetmiş'ten sonra, iki yerde ilâveten 'bin' ifâdesi zikredilir. Allah bilendir!..
Onun (Hâtemü'l-enbiyâ'nın) yaratılışı bakımından olan varlığı ertelenmiş, geciktirilmiştir. İşte bu cevap, onun -sallallahu aleyhi ve sellem- 'Hâteme'n-nebiyyîn' olmasına kadar erişir.
İşte Hâtemü'l-evliyâ da aynen böyledir. Velâyet mişkâtına ittibâ etmekle ve kendisinden almakla bir tahsîse ermiş olan, kendilerinden daha önde olduğu diğer velîlere tasarruf ve istimdâd etmekle ilgili bu 'Rûhî evvellik' ona da verilmiştir. Âdem henüz su ile toprak arasında iken, şüphesiz ki o da velî idi. Bu cümlenin tefsîri işte budur.
Onun dışındaki velîler ise bu ilme sâhip olamadıkları için ancak velâyet şartlarını tahsil ettikten sonra velî olmuşlardır." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 115-116-117)
"On iki"deki Sır:
30 Haziran gecesi gökte meydana gelen bu müthiş hadisede dikkat çeken mühim bir husus ise bu kandil misali "nur"ların sayısının "on iki" olmasıydı. Kamera kayıtlarında görüldüğü üzere sıra ile gökyüzüne yükselen bu kandillerin sayısı on ikiye tamam olmuştu.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hulefâsından Hâce Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri iki hâtem arasındaki beraberliğe işaret eden aşağıdaki ifşaatlarında aynı zamanda kutupların sayısının "On iki" olduğunu haber vermişlerdir:
"Bu ümmetin kutupları on ikidir, şu gördüğünüz âlemin burçları (yıldızları) da on ikidir. Müfred (eşsiz ve benzersiz) olanlar çoktur, zaman boyunca devâm ederler. İki 'Hatm' de onlardandır." ("Faslu'l-Hitâb Tercümesi", s. 584, trc.: A. Hüsrevoğlu)
Hazret on iki kutuptan bahsetmekte, hatta bu on ikinin ikisinin Hâtem-i nebi ve Hâtem-i veli olduğunu haber vermektedir. Şunu iyi bilin ki onlar, Hazret-i Allah'ın nûrudur, nurunun nasıl ve ne şekil olduğu yukarıda Nûr Sure-i şerif'i otuz beşinci Âyet-i kerime'si ve izahındadır.
Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yukarıdaki ifşaatlarında husûsiyetle ümmetin "on iki kutbu"ndan sözetmiş olması arza şâyândır. Zîrâ Erenler'le Hızırtepe arasında, yâni Hâtemü'l-evliyâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin defnedildiği noktanın tam üzerinde, 22:00 sularında önce tek başına büyük bir "Nûr" kandili göründükten sonra, birbirini tâkip eden on bir ayrı Nûr kandilinin yerden göğe doğru çıktığı müşâhade edilmiş; böylece üç dakika gibi kısa bir zaman zarfında peşpeşe tam "on iki nûr"un göğe doğru yükseldiği görülmüştür.
Kadir-i mutlak olan Allah-u Teâlâ bu nur kandillerini DHA muhabirine gösterdi ve kaydedildi. Hem tarafsız ve resmi bir kanaldan belgelenmiş hem de yüksek kalitede kaydedilmiş oldu. Böylece hiçbir itiraza mahal kalmadı.
"On iki"de hikmetler var. Nitekim Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"On iki peygamber ümmetimden olmayı temenni ederler." (Veliyyüddin: 770 no. Tirmizî, 199b yaprağı)
Yine bilindiği gibi İsâ Aleyhisselâm'ın havarilerinin sayısı da "On iki" idi.
"Ölümsüzlük" Sırrına Mazhar Kutuplar;
Hazret-i Hızır ve Hatmü'l-Evliyâ:
Bu kutuplardan bahseden İsmail Hakkı Bursevî –kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbü'n-Netice" adlı eserinde kendisine hususi bir nefes üflenen seçkin zâtlardan söz ederken Hâtemü'l-Evliyâ'yı Hızır Aleyhisselâm ve diğer kutuplarla bir arada zikretmiştir.
"Bazı nüfûs-ı fâzıla'ya ki nefh vâki olur (bazı üstün nefislere üfleme vukû bulur), husus üzerine bâtınınadır (has kulların içlerinedir); gerek ol nâfih olan (üfleyen) mücerredâttan (teklerden) olsun ve gerek olmasın; Hazret-i Hızır ve Hatmü'l-evliyâ ve sâir aktab gibi. Ve bu nefh vâki olmadıkça (üfleme vukû bulmadıkça) hiçbir kimse dâire-i velâyete kadem basmaz (velâyet dairesine ayak basamaz)." ("Kitâbü'n-Netice"; Genel, nr.: 1136, vr. 200b)
Nitekim Allah-u Teâlâ bu sırrın gerçekleşeceğini, yedi buçuk asır önce yaşamış olan büyük velî Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne de (ö. 650/1252) ayrıntılarıyla bildirmiş; o da bu esrâr-ı İlâhî'yi "Hâtemü'l-evliyâ" olan zât hakkında kaleme aldığı risâlesine tüm tafsilâtı ile kaydetmişti.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Hâtemü'l-evliyâ" hakkında hiçbir velînin işâret etmediği çok gizli sırlara yer verdiği "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye" adını taşıyan sözkonusu eserinde, Hâtemü'l-evliyâ için aslında "ölüm" diye bir şeyin sözkonusu olmadığına işâret etmiş; ebedî ölümsüz kılınan Hızır Aleyhisselâm'ı, gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indiren Allah'ın, Hâtemü'l-evliyâ olan zâtı da yüksek göğün üzerinde asılı duran bir yıldıza düşürüp, "Hayy" ism-i şerîfi ile ölümsüz kılacağını açıkça haber vermişti:
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun (Hâtemü'l-evliyâ'nın) alâmetlerindendir. O, hakîkat ve mecaz mekânıdır, en ulu mekândır; o, mülk ve akıl içindeki sevinç ve kurtuluş mekânıdır. O, hayâtın aslından tahsis edilen hayat ve ölümün indirildiği 'Hayy' ismine ulaşan 'Kazâ' mekânındaki Rabb'in ismine vâsıl olur.
Hattâ, ebedî ölümsüz olan Hızır'ı ve gâib olmayan birini Allah, korunmuş olan gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indirir. Hâtemü'l-evliyâ'ya ise hakîki hayatın ilerleyişini içirir, tâ ki ortaya çıksın ve yok olmasın, ebediyyen ölümsüz kalsın. Çünkü mülk, akıl ve ruh ona nüzûl eder, yüksek göğün üzerinde asılı duran yıldıza düşer. Havz ve Kevser'le diri olan Hızır ona doğru iner. O hem yeryüzünde Hayy -Teâlâ ve Tekaddes- ismini taşıyan Hâtemü'l-evliyâ'nın ilerleyişi, hem de O'na dönen mahlûkâtın ecel sûretinin ilerleyişidir." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206a-206b)
Burada Hazret, ölümsüz olan Hızır Aleyhisselâm'ı ve görünmez kılmadığı herhangi bir velîyi Allah'ın, "korunmuş olan gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indirdiğini" haber vermiş; mülk, akıl ve rûhun kendisine indirildiği Hâtemü'l-evliyâ'yı ise, ortaya çıkıp bir daha yok olmasın, ebediyen ölümsüz kalsın diye hakîkî hayâtın da ötesine nakledip, "Hayy" ism-i şerîf'inin tecellîsi ile "yüksek göğün üzerinde asılı duran yıldıza düşüreceğini"ni açıkça ifşâ etmiştir.
Nitekim bu esrâr-ı İlâhî bugün zuhûr etti ve gerek Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, gerekse Hacı Fatma Nine -kuddise sırrehâ- Hazretleri'nin bu husustaki beyanlarını açıkça tasdik etti.
"Göz Kamaştıran" İnci:
İşte Evliyâ-i Kirâm Hazerâtı'ndan kimisi bu Nûr'u "göz kamaştırıcı bir inci"ye benzetmiş; kimisi de eşi-benzeri bulunmayan parlak ve aydınlık bir "Cevher-i yektâ" olarak vasfetmişti.
Şeyh Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs" isimli eserinde, "Hâtemü'l-velâye" sırrına mazhar olan zâtın ihâtâ ettiği bu nûru gözkamaştırıcı bir inciye benzeterek şöyle buyurmuştu:
"Hâtem'in mânâsıyla kastedilen; İnsan-ı kâmil olan bir âlim ve göz kamaştıran bir incidir. Mülkü; kendisiyle Hâtemü'l-velâye sırrının zuhûrlarının en yücesindeki nakşın murâd edildiği âlemdir."
"İnsan-ı kâmil 'Zât' ile mevcûd olunca, o âlemin 'Vücûd'la isimlendirilişinin, kendisinin de 'Mevcûd'la isimlendirilişinin zuhûr ettiği yerdir. Hâtem'in göz kamaştırıcı bir inciyi ihâta ettiğinde şüphe yoktur. Şu hâlde Hâtem'in ihâtâ ettiği 'İnci' nasıl olur?
Meleklerin itirazı işte buradan kaynaklanmıştır. Mülk âlemden bir cüzdür ve o, âlemin kuşatması altındadır. Onun halka yaptığı itirâz, işin aslında Hakk'a yapılmıştır. Bâtınen O'nunla tahakkuk etmiş olmak şartıyla, en üstün tahakkukun yaratılmış olanda gerçekleşeceğinde şüphe yoktur. Şu kadar var ki, bâtın onu gizlemiş ve mülkle ilgili yanlış söz de buradan meydana gelmiştir. Allah'ın hücceti işte onunla kâim olur.
Hâtem nasıl ki inciyi ihâtâ etmişse; 'Zâhir' isminin ihâtâsı da, onun 'Vücûd'la âlemi ihâtâ etmesidir. İnsan-ı kâmil'in âlemi ihâtâsına gelince; kendisindeki cevher nedeniyle tıpkı Hâtem'in inciyi ihâtâ etmesi gibi, öylece ilmi ihâtâ etmektir. Zîrâ Hâtem'in üzerindeki onun şerefi ve onun ziyâsının kuvvetidir." ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 15b-16a)
Onun kuşattığı bu inci vefâtı ile ortaya çıktı ve zuhûru seyredenlerin gözlerini kamaştırdı.
Seyyid Ali Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem Şerhi"nde, Hâtem-i evliyâ olan zâtla nurlarını ondan alan diğer velîlerin kâinât âleminde, ışığını güneşten alan ay ve yıldızlara bedel olacak biçimde zuhûr ettiklerini haber vererek, "Nûr"uyla göz kamaştıran Hâtemü'l-evliyâ'nın velîler meydanındaki göz kamaştırıcı hâlinin aynen böyle olduğuna dikkati çekmiştir:
"Göz kamaştıran güneşle, onun nûrunun şûleleri altında varlıklarını gizleyen, dünyevî varlıkların derinliklerine girip karar kılan, cismî tabî'at ağırlıklarının karanlık vaktinden sonra zuhûr eden parıltılarını saçan yıldızlara bedel olacak şekilde; peygamberlerin özlerinde de 'İlmu'llâh', yâni 'Allah'ın ilmi'; kendilerine nübüvvetin varlığının zuhûr etmesini talep ettiren isti'dâdlarının çokluğu nisbetinde meydana gelir. Ay ve yıldızların zuhûru, ancak geceleyin kuvvetli ve şiddetli bir biçimde kendini belli eder. İşte Hâtemü'l-evliyâ'nın velîler meydanındaki muhteşem hâli de aynen böyledir." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", Süleymâniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr.: 2794/37, vr. 535a)
İşte Allah-u Teâlâ rahmet-i İlâhî'sinin açık bir tecellîsi olarak onun bu muhteşem hâlini bugün halka alenen izhâr etti.
Dâvud bin Mahmûd el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem" adlı eserinde, peygamberlerin ve velîlerin ışığını güneşten alan ve henüz güneş yokken ortaya çıkan ay ve yıldızlara; Hâtemül'enbiyâ ve Hâtemü'l-evliyâ'nın ise, ay ve yıldızlar kaybolduktan sonra, kendi nûruyla bütün âlemleri aydınlatan parlak bir güneşe benzediğini dile getirerek şöyle buyurmuştur:
"Hâtemü'r-rusül'ün her ne kadar varlık tıyneti gecikmiş ise de, o hakîkatıyla ruhlar âleminde mevcûddu. O, mevcûdiyetinden ve bir risâletle ümmetine gönderilmeden önce zâten peygamberdi. Çünkü ezelî ve ebedî kutupların hepsinin kutbu odur. Varlıktan maksat Peygamber Aleyhisselâm olduğu için, diğer peygamberlerin nübüvveti ise kendileri adına, ancak gönderildikleri an gerçekleşmiştir.
Şu hâle göre o, âlemin özlerini ve aynı şekilde, istidâdları yönünden peygamberlerin özlerini de kendinde toplayan, şümullü bir mertebeyi kendisine hâsıl kılan bir farklılıkla, ilim husûsunda çok önceden vâredilmişti. Onlar ise, tıpkı güneş ışığının doğmasıyla gizlenen yıldızların ışıkları gibi, hakîkat-ı Muhammediyye nûrları ile zuhûr ederek değil, kendi varlıklarında nübüvvetin zuhûrunu talep etmişler; cismî tabiat makâmında ve unsurî gecelerin karanlığında tahakkuk ettikleri zaman da, ay ve yıldızların karanlık gecede açığa çıkması gibi, kendilerine has nûrları ile açığa çıkmışlardı.
İşte Hâtemü'l-evliyâ ortaya konulduğu zaman, onun velîlere nisbeti de böyle olur." ("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 30a vr.)
Geçmişteki zevât-ı kirâm bu muhteşem sırrı o zamandan görmüş ve seyretmişti.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ifâde ettiği üzere; onun nûru yerin derinliklerinden gökyüzüne değil, aslında Arşu'r-Rahmân'a kadar uzanmaktadır:
"Onun nûru yerin dibinden Arş'a kadar uzanır." ("Mektûbât", 260. Mektub)
"Tezkiretü'l-Evliyâ"da nakledildiğine göre; Bâyezîd-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri yalnız velîlerin değil, peygamberlerin bile gıpta ettiği bir mertebe olan "Hâtemü'l-velâye" mertebesine vâris olan zâtın, ayakları yerin dibinde olduğu hâlde başı "A'lâ-yı İlliyyîn"i aşan bir kimse olduğuna işaret etmiş; bâzı "Ulü'l-azm" peygamberlerin ise bu iki mesâfe arasında kalmaları nedeniyle, kendilerini ümmet-i Muhammed'e dahil edip bu makama eriştirmesi için Allah-u Teâlâ'ya duâda bulunduklarını haber vermişti:
"Ibrâhim, Mûsâ ve İsâ -aleyhimüsselâm-ın:
'Allah'ım! Bizi Muhammed'in ümmetinden kıl!' dedikleri rivâyet edilir.
Sen zannediyor musun ki, onlar azıcık bir riyâset elde etmek uğrunda Hakk'ın huzûrunda rüsvay olmayı arzu ettiler? Hâşâ ve kellâ!.. Bilâkis onlar bu ümmet içinde öyle şahsiyetler görmüşlerdir ki, bunların ayakları yerin dibinde olduğu hâlde başları A'lâ-yı İlliyyîn'i aşmış ve onlar da bu arada kaybolup gitmişlerdir." (Ferîdüddîn Attâr, "Tezkiretü'l-Evliyâ", s. 226)
"Hâtemü'l-velâye" nûrunun gökyüzündeki bu açık müşâhadesi Hatemiyyet'le ilgili en gizli sırlardan birisi olup; bâzı zevât-ı kirâm'ın ifâdesine göre, diğer esrâr-ı İlâhî'ye nispetle eşine rastlanmamış en büyük hazînedir.
Şeyh Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs" adlı eserinde bu sırrı, "Hâtemü'l-velâyet"e gizlenen en büyük hazîne olarak takdim etmiştir:
"Bâtınlar karanlıklardan sıyrılınca ayna ortaya çıkar, onda görüntü zuhûr edince onların nazar ettiği güneş, izi tâkip edilen kemâlle gece karanlığındaki ay gibi gözükmeye başlar. İşte bu, 'Fusûs Şerhi'ndeki onunla (Hâtemü'l-evliyâ ile) ilgili bir hazînedir. Allah doğruyu söyleyen ve yola hidâyet edendir!" ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 56b)
Büyük Velîlerin Vefâtını Haber Veren Hâdiseler ve
Hâtemü'l-Evliyâ'nın Vefâtı Sırasında Zuhûr Eden Bâzı Hâller:
Allah-u Teâlâ, yeryüzünde âdet-i İlâhî hâricinde birtakım olaylar meydana getirerek nâdiren gönderdiği büyük velîlerin vefâtını izhar etmeyi murâd etmiş; böylece umum halka kapalı, o velîye tâbî olanlara âşikâr olan birtakım işâretleri önceden göstermiştir.
"Risâle'-i Sipehsâlâr"da yazdığına göre; Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin oğlu olan Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri'nin son hastalığı sırasında Konya'da yedi gün peşpeşe sarsıntılar hissedilmiş; Hazret halkın telâşa kapıldığını görünce: "Üzülmeyin, telâş etmeyin! Bu benim vefâtımın habercisidir. Zâhiren aranızdan ayrılsam da bâtınen sizinle berâber olacağımızdan şüphe etmeyin! Bilin ki evliyâullâh, vefât etseler bile O'nun izniyle yeryüzünde dolaşır; zor durumda kalanlara, etbâına (tâbîlerine) ve yakınlarına yardımda bulunurlar." diyerek onları teselli etmişti.
Nihâyet Hazret, evlâtlarını geride bırakarak bu fânî âlemden göçüp gitti. Vefâtından sonra talebeleri, kabrinin üzerinden üç gün boyunca parlak bir nûrun çıkıp göğe doğru yükseldiğini gördüler ve kendilerini tutamayıp gözyaşı döktüler. ("Risâle'-i Sipehsâlâr", s. 132)
Nitekim Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'mizin vefâtlarından önce de, daha önce görülmedik bir biçimde, yaz ortasında ardı arkası kesilmeyen sağnak yağmurların yağdığı görülmüş ve bu durum herkes tarafından hayretle karşılanmıştı. Nitekim naaşlarının kaldırılacağı gün de, hava aşırı derecede sıcak ve harâretli iken, cenâze namazı kılınacağı sırada büyük bir bulut kitlesi cenâze alanını tutarak, onun ihvânının üzerini sarıp namazın serin bir ortamda kılınmasını temin etmiş; Erenler'de definlerinden hemen sonra ise mübârek bedenleri kabr-i şerîf'lerine konulur konulmaz, bardaktan boşanırcasına şiddetli bir yağmurun kopup mübârek kabir topraklarını iyice ıslattığı görülmüştür.
Allah-u Teâlâ'nın bu büyük "Velî"sinin vefâtının üçüncü gününde, gece yarısı 22:00 sularında Sa'deddîn Hamevî -kuddise sırruh- ve Hacı Fatma Nine -kuddise sırruh- Hazretleri'nin önceden bildirdiği büyük hâdise zuhûr etmiş; defnedildikleri nokta olan Erenler'le Hızırtepe arasından yıldız gibi ışık saçan birtakım parlak cisimler yerden göğe doğru yükselmiştir.
Başka işaretler de zuhur etmiştir. Vefatları gecesi dolunayın çok parlak vaziyetini gören hâl ehli bu zâtın vefatından haberleri olmadığı halde etrafındakilere büyük bir zâtın vefat edeceğini duyurmuşlardı.
Yine Malatya gibi bazı şehirlerde görgü şahitleri doğu tarafından gelen büyük bir yıldız veyahut ateş topu benzeri cismin batı tarafında patlamaya benzer büyük bir ışık saçarak kaybolduğunu haber vermişlerdir.
Hâtemü'l-evliyâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin vefâtının öncesinde ve sonrasında meydana gelen bu gibi hâdiseler, herkesin canlı olarak gördüğü ve açıkça müşâhede ettiği apaçık birer delil olarak, Evliyâ-i Kirâm Hazerâtı'nın onun hakkındaki esrâr dolu sözlerini ve bu zevât-ı kirâmın ilmî ve kevnî kerâmetlerini şüpheye imkân bırakmayacak bir dille te'yid ve tasdik etmiştir.
"Allah dilediği kimseyi Nûr'una kavuşturur." (Nûr: 35)
"Allah kime nûr vermemişse onun nûru yoktur." (Nûr: 40)
Hatmü'l-Evliyâ'ya Muhabbetin Netîceleri,
O'nun ve Kitaplarının Değeri:
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinde Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın kitaplarının Hazret-i Kur'an'la dolu olacağını iki asır öncesinden ifşâ etmiş; onun boyasına boyananların ulaştıkları fazilet ve meziyeti, Münker ve Nekir'in suâlleri karşısında uğrayacakları mânevî desteği, dergâhının ve türbesinin altında yatan esrâr-ı İlâhî'yi kâmil ve mükemmel üslûbuyla şöyle tasvir etmiştir:
"Hatmü'l-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahî şefâ'ate muhtaç olmayasın!
Zîrâ bu bir muhabbettir ki, 'adâvetleri ref' eder (düşmanlıkları kaldırır).
Ve bu bir ikrârdır ki, kabirde Münker ve Nekir'i hayrette kor.
Ve bu bir intisâbdır ki, selâtîn ona reşk eyler (sultanlar ona gıpta ederler).
Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur (hikmet ehlinin aklı donar kalır).
Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale'l-vücûh (yüzüstü sürünerek) gelir.
Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (sür'atli feleklerin) fevkindedir.
Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı 'azîmdir ki (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sârîdir (bütün şehirlere sirâyet etmiştir).
Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umûmen bunda mündericdir (İlâhî kitaplar bunun içine dercedilmiştir).
Ve bu bir kalemdir ki, onun levhi âriflerin kalpleridir.
Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz.
Ve bu bir şekildir ki, bunun netîcesine kimse ermez ve ilmî dâiresine bir fert giremez!.." ("Kitâbü'n-Netice"; Genel, nr.: 1136, vr. 248a)
•
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu beyanlarını açıklaması ile beraber arzediyoruz:
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın."
O onun vekili olduğu için, ona yapılan muhabbet Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan muhabbet gibidir. O şefaat ettiği gibi, Allah-u Teâlâ'nın izniyle o da şefaat eder.
Nitekim Abdullah bin Ebi'l-Ced'a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:
"Andolsun ki ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temîmoğulları'ndan daha çok kimse cennete girecektir."
Ashâb-ı kiram:
"Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?" dediler.
"Benden başka bir kimse!" buyurdu." (Tirmizî - İbn-i Mâce: 1443)
•
"Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref' eder. (Düşmanlıkları kaldırır.)"
O Hakk nâmına gönderilmiştir, Hakk'ı tebliğ eder. Ona muhabbet eden kimse, Hakk'a muhabbet etmiş olur. Ona buğz eden kimse ise, Hakk'a buğzetmiş olur. Bu buğzu kaldırmak isteyenlerin muhabbet etmesi gerekir.
•
"Ve bu bir ikrardır ki kabirde, münker ve nekiri hayrette kor."
Bir insan dünyada Hakk ile olursa; kabirde de Hakk iledir, mahşerde de Hakk iledir, Cennet-i âlâ'da da Hakk iledir. Sen dünyada kiminle isen, o da seninledir.
"Kim Allah için olursa Allah da onun için olur."
Vazifeli melekler kabre geldiklerinde, orada Hakk'ın tecelliyâtını gördükleri zaman hayrete düşerler.
Bu beyanlarında gizli sırlar var. Size temsilini verelim: Farz-ı muhal ki herhangi bir ifade almak için eve emniyetten bir polis geldi. Reisicumhuru orada görürse ne yapar? Bu husus ise ondan da incedir.
•
"Ve bu bir intisabdır ki selâtin ona reşk eyler. (Sultanlar gıpta ederler.)"
Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ilim karşısında; sultanların olsun, profesörlerin olsun, ilimleri dışarıda kalır, buraya nüfuz edemezler, âcizliklerini itiraf ederler. Niçin? Onun ilmi ilmullah olduğu için.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri 317. Mektub'unda:
"Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi, o kabuğun özüdür." buyurmuşlardır.
Onların ilimleri zâhirîdir, ilme'l-yakîndir. Bu ilimler ise Hakk'al-yakîne âittir.
•
"Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur. (Hikmet sahiplerinin akılları donar kalır.)"
İlm-i ilâhî olduğu için, ilmullah olduğu için, has bir ilim olduğu için; onlar buraya nüfuz edemezler, hayret ve hayranlık içinde kalırlar.
•
"Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zatlar) ona meşyen ale'l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir. "
Orası Ravza-i mutahhara'nın şubesi olduğu için, o kehribarın tozları kehribara gelirler.
•
"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir."
Onu nerede yatıracağını, nasıl yaşatacağını Allah-u Teâlâ bilir. Şu kadar var ki, bir nazargâh-ı ilâhî olacağı anlaşılıyor.
•
"Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı azîmdir ki, (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sâridir. (Bütün şehirlere sirayet etmiştir.)"
Allah-u Teâlâ'nın nazar yeri olduğu için, irşadını da yaydığı için; onun kitaplarını okuyan ona hayrandır, daha ileriye gidenler mesttir, gönüllerindeki muhabbet, onunla beraber olmayı vesile kılar.
•
"Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir.)"
Bütün ilâhî kitapların hülâsası Kur'an-ı kerim'dir. Kur'an-ı kerim'in bütün Âyet-i kerime'leri girdiğine göre kütüb-i semâviye bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir.
Nitekim Süleyman Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'ya şöyle niyazda bulunmuştu:
"Ey Rabb'im! Beni bağışla! Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver!" (Sad: 35)
Bu da mânevî saltanattır, Allah-u Teâlâ kıyamete kadar başkasına vermeyecek, artık kıyamete kadar böyle bir kitap yazılmayacak. Niçin? Devir Hâtemü'l-evliya ile kapandığı için. Üçüncü bir hâtem yok.
Nitekim Bediüzzaman -kuddise sırruh- Hazretleri "Emirdağ Lâhikası" isimli eserinde Hazret-i Mehdi'nin vazifesinden bahsederken, Hazret-i Mehdi'den önce gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitapların Hazret-i Mehdi'ye hazır bir program olarak hazırlandığını işaret etmiştir.
Buyurur ki:
"O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak."
Buradan da anlaşılıyor ki, bundan sonra böyle bir kitap yazılmayacak, bunu başkasına vermeyecek.
•
"Ve bu bir kalemdir ki onun levhi âriflerin kalpleridir."
Allah-u Teâlâ ona bahşettiği ilim kitaplara sığmaz, halk ondan hiçbir şey anlamaz. Fakat Ârif-i billâh olanlar onunla gönüllerine nakış yaparlar, ona karşı duyduğu aşk ve muhabbet ile yaşarlar.
•
"Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz."
Hakk'tan geldiği için bambaşka bir nakıştır.
Yine bu beyânında "onun boyası ile boyanan kimsenin ebedî olarak solmayacağını" beyan buyuruyor. Bu ise Cenâb-ı Hakk'ın nasipdar ettiği seçkin müride âittir. Seçkin mürid onun boyası ile boyanmıştır, onun ahlâkı ile ahlâklanmıştır; onun resmidir, benzeridir. Dünyâda durumları böyle olduğu gibi âhirette de berâber olacaklardır.
İhvan onun hâlâtını yaşarsa, onun izinden yürürse, onun mânevî elbisesini giymiş olur. O elbise de nur olduğu için solmaz.
•
"Ve bu bir şekildir ki, bunun neticesine kimse ermez ve ilmî dairesine bir fert girmez."
Allah-u Teâlâ desteklediğinden ötürü ne ilmine, ne irşadına, ne de icraatına mahlûkun aklı ermez. İlmi dâiresine giremeyişi; O'nun var oluşundandır ve ilminin de ilmullah oluşundandır. O ilmini Cebrâil Aleyhisselâm'ın aldığı yerden alır. O dâireye hiçbir ferdin girmesi mümkün olmadığı gibi, o ilmi anlaması da mümkün değıildir.
Muhyiddin-i İbn'ü-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu husustaki tasdikini Fusûs'ul-Hikem adlı eserinde:
"O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah'tan alır." sözü ile ifade etmiştir. (sh: 45)
Bu zevât-ı kiram Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği öyle kullarıdır ki, "Hâtem-i veli"ye neler bahşedeceğini Allah-u Teâlâ göstermiş, görerek ve bilerek konuşmuşlar; ehemmiyetini, ciddiyetini ve faziletini ibraz etmişlerdir.
•
Allah'ımız ahirette "Hâtem"lerinin bayrağı altında bulunma şerefine mazhar ettiği kullarından etsin, siyah bayraklılar zümresine dahil eylesin, lütuf birliğiyle haşr-ü cem etsin!.. Amin.
http://www.hakikat.com/dergi/203/bsyz20313.html