MÂNEVİ HÂL İLE YAPILAN
SOHBETLERDEN SEÇMELER
Hiç Olan Seviliyor,
Kendisinde Varlık Olan Sevilmiyor:
Süleyman Aleyhisselâm'ın azametine bir bakın, sûrenin adına bir bakın; Neml (karınca) sûresi. Yani Allah-u Teâlâ yok olanı seviyor, var olanı sevmiyor. Büyüklükten O hoşlanmaz. Çünkü O'ndan başka büyük yok. Azameti Süleyman Aleyhisselâm'a vermiş amma orada karıncadan bahsediyor. Yani bununla şunu anlatmak istiyorum: Allah-u Teâlâ var, azameti, şanı, büyük yalnız O. Başka azamet, şan, büyük yok. Yok olanda O tecelli ediyor. Onun için bu ibret size kâfi. Bir Süleyman Aleyhisselâm'a verdiği azamete bakın, bir de surenin ismine bakın. Karınca sûresinde Süleyman Aleyhisselâm...
Şeytanın Hilelerinden Bazıları:
Şeytanın hilesi çoktur. Onun hilelerinden bazılarını size izah etmiştim. Hatta bir defasında Makam-ı İbrahim'de bulunuyordum, baktım sol tarafımda oturuyor. Şeytan olduğunu biliyorum, Allah'ım tanıtıyor. Kaç defa gördümse yine tanıdım. Bu defa para istedi, vermedim. Bir daha istedi, bir daha istedi. Orada hem para verilmez, hem de ona itibar edilmez. Fakat gayesi beni meşgul etmek, huzurdan alıkoymak. Artık o huzursuzluktan kurtulmak için ufak bir para verdim. Sonra kendi kendime hayret ettim. Tanıdığım halde niye ilgi gösterdim diye. Şeytanın hileleri o kadar çoktur.
•
Bir gece ibadet ediyordum. Kıyamda iken bir ses geldi "Sen artık en yüksek makama çıktın!". O anda bu sesin şeytandan geldiği bilindi. Allah-u Teâlâ'nın lütf-u ihsanı, ikramı yetişirse, her şey kolaylaşıyor. Bir an tereddüt ettiğin zaman helâk olursun. Fakat Allah-u Teâlâ daha evvel lütfettiği için, bu sesin şeytana ait olduğunda bir an bile tereddüt edilmedi. Meğer insan ibadet esnasında çok yükseklerde imiş, bundan kimsenin haberi yok. Gayr-i ihtiyari iniş yapmak istedik. Fakat o kadar bilgi sahibi ki, belki inişe geçer diye hesaplamış, ayağımın altına yuvarlakça bir masa hazırlamış. İndiğim zaman ayaklarım o masaya değdi. Daha uçları değer değmez Allah-u Teâlâ onun şeytana ait olduğunu duyurdu. O anda Hazret-i Allah'a sığındım, istediğim yere iniş yaptırdı. Eğer Allah-u Teâlâ'nın lütfu olmasaydı kurtuluş imkânsızdı. Bunların hepsi bir an içinde oluyor. Bu kadar hilekârdır.
"Allah'ım! Hükmünü Sevdir!"
– "Efendim! Geçen gün bir beyanınız vardı: "Birşey istedim, 'Sabret!' dediler. Ânında cevap geldi." buyurdunuz."
– Evet... Çünkü istediğim şey çok mühimdi, durum çok ince ve nâzikti. O anda sabretmem gerektiğini bana duyurdular.
Size gizli bir şey söyleyeyim. Ben her zaman O'nun hükmünü istiyorum. Fakat bir de şöyle diyorum: "Senden isteyenleri bizim önümüze seriyorsun. Burada bir nevi: 'İsteyin!' diye de bir emir çıkıyor. Ben onlara dayanarak senden istiyorum. Amma ben senin iradeni ve hükmünü istiyorum. Çünkü isteyişimde yanılabilirim. 'Niçin istemedin?' demesin diye, buraya dayanarak istiyorum, amma asıl senin hükmünü istiyorum. Benim isteyişim yanlış olabilir.
– Her zaman dersiniz: "Yâ Rabb'i! Benim isteğim şudur ki senin isteğindir, benim arzum şudur ki senin arzundur."
– Hükmün, muradın ne ise onu istiyorum. Ondan gayrısından Allah'ıma sığınırım. Çünkü belki birşey isterim, O da verir, sonra pişman olurum, amma iş işten geçer.
– Bir duânız da şöyle: "Allah'ım! Hükmünü sevdir!"
– Ve onu seviyorum, kendi arzumu değil, Sahibim'in hükmünü seviyorum. O'ndan ne gelirse! Çünkü vallahi beni benden fazla sevdiğini çok iyi biliyorum. Madem ki beni benden fazla sevdiğini biliyorum, benim nefsimle ne ilgim olur?
Çok ince bir husus var, sırat üzerinde yürümek kadar ince bir mevzu: Hakk ile olursan Hakk'ta göçersin, halk ile olursan nereye göçersin?
Yaşatacak Hazret-i Allah, tutacak O'dur, muhafaza edecek O'dur. Seni tuttukça ferahtasın, seni bırakırsa helâktasın. Yani iyilikler O'ndandır. Bu sözü de unutma.
Kul Olabilmek:
Hakk'ın kulu olan, her şeyden yüksek olur. Hakk'ın kulu olabilen her şeyin fevkinde olur.
Ah olabilsem de Allah'ımın kölesi olabilsem, ah olabilsem de Habib'inin kölesi olabilsem. Oldum yok olabilsem...
İçteki En Büyük Düşman:
Bazı insanlar insan olarak halkedildiği halde, kötü alışkanlıklarından, kötü huy ve icraatlardan dolayı sıfatları değişir. Artık o bir sureta insan, aslında hayvan olmuş olur. Canavar şeklinde, yılan şeklinde olur, horoz şeklinde, ayı şeklinde olur. Gidişatına icraatına göre hayvanî bir sıfata bürünür. Öldükleri zaman da o sıfatla dirilirler. Allah'ımız bizi ve bütün Ümmet-i Muhammed'i muhafaza buyursun.
Hiç şüphe yok ki, nefsimiz onlardan daha şiddetli bir düşmandır. Şöyle ki, en büyük düşman nihayet insanın canına kasteder, fakat en büyük rütbe olan şehâdet mertebesine ulaşmaya vesile olur, en büyük iyiliği yapar. Nefis düşmanı ise insanın hayat-ı ebediyesini öldürür, bu daha korkunç. Sonra dış düşmanın karşındadır, siperini tedbirini alabilirsin. Nefiste ise cephe yok. İnsan onu tanıyamazsa o istediği icraatı yapar da insan farkına varmaz. Bu neye benzer? Düşman evin içinde olursa çok korkunçtur, dışında olursa insan tedbirini alır.
Allah'ımız şerrinden muhafaza buyursun.
Hicaz'dan Birkaç Hatıraları:
Hacc deyince; boynun bükük olacak, gözün hep yaşlı, gönlün hep Hakk'ta olacak. Hacı burada olunacak, burada tekâmül edecek, oraya ziyarete gidilecek. Orası feyiz deryasıdır, Makam-ı Mahmud. Onun için edep, edep, edep.
"Orası Hakk pazarıdır!" Bu sözümüzde çok incelikler var. Bir kere Hacc'a niyet eden kimseyle ilgili size bir temsil getirelim. Biz esnafız; el emeğiyle çalışıyoruz ve Hacc parası da elimde mevcut. Hacc'a niyet ettim. O kış hem çalıştım hem de elimdeki para eridi. Ödünç vermedim, bir kimseye bir şey de yapmadım, ama eridi. Niyetim hâlis, ama param yok. Niyetimi bozmuyorum ve inşallah gideceğim diyorum. Hacc'a iki ay kalınca para yavaş yavaş damlamaya başladı. Fakat o kadar inceden inceye dikkat ediyorum ki kılı kırk yarıyorum.
Hacc günü gelince elimdeki Hacc parası tamamlandı. Nereden geldiğini bilmiyorum, ödünç de almadım. Nasıl ki giderken görmedim, gelirken de görmedim.
Sene 1952, yaşım 25, yapayalnız gittim. Niçin yalnız gittim? Yol kapalıydı. Biiznillâhi Teâlâ geçerim niyetiyle gittim. Ankara'ya vardım ve yollar açılacak, dediler. O zaman bekleyeyim dedim. Onlara yardım etmek için ilk on kişinin içerisinde bizi seçtiler. Vizemi aldım ve yola çıktım.
İskenderun'a vardım. Selahattin Geylani adında bir zât vardı, ona gittim ve birinci kafileyle bizi yolladı. Arkadaşım yok, hiçbir şeyim yoktu. Bunlar bizim için mevzu değil. Anladım ki kefeni giymekle iş bitiyormuş. Vaktaki elbiseyi soyuyorsun ihramı giyiyorsun, "Ben kefenimi giydim!" diyorsun, artık işin bitti. Her işin O'na göre olursa halkla işin olmaz, alışverişe girmezsin, çarşıyı pazarı gezmezsin. Hep Hakk ile olursun.
Orası nur beldesi, oranın havasını teneffüs etmek, o nura yakın olmak, nur ile hemhâl olmak ayrı bir âlem. Tabi onun gizli halleri var.
Gençken Kâbe'ye gece yarısı giderdik. Sabah namazını, işrak namazını kılar dönerdik. Çorbamızı içer biraz yatar, uyurduk... Sonra, Duhâ namazını kılmaya tekrar giderdik. Artık oradan hiç çıkmazdık; öğle, ikindi, akşam, yatsı namazını orada kılıp eve dönerdik. Kimse mani olmasın, önümden kimse geçmesin diye mümkünse iki direk arasını tutardım. Mescid-i Nebevi'de ise Ashâb-ı Suffe'de otururdum. Öyle kalırdık, hiçbir yere, çarşıya pazara gitmezdik. Niçin? Oranın ânı kıymetlidir. Yemekle, içmekle, pazarla, pazarlıkla hiçbir işim olmazdı. Oranın hâli, havası ayrı. İslâm orada doğdu ve orada avdet edecek.
Hatta bir temsil anlatayım. Düzce'de bir kasap İsmail var. Bir gün ona bir tüccar demiş ki: "İsmail, Düzce'de bir kimse var, tanıyor musun?"
"Tanıyorum. Komşumdur." demiş.
O adam takip etmiş.
"Yahu! Bu adam hiç mi abdest almıyor? Sabah orada, öğle orada, ikindi orada, akşam orada, yatsı orada, hep orada."
Hayır çıkmıyorum! Çünkü yemek yemediğim için ihtiyacım yok. Yemek canım isterse şeker kırıyorum suyla beraber ekmek alıyorum karnımı doyuruyorum. Niçin? Buraya yemek yemek için gelmedim.
Binaenaleyh size o Hacc'ı ve o Hacc'daki bir sırrı anlatayım:
Delil'in evine de gittim. Yalnızdım. Bir hafta sonra Düzceliler geldi. Oranın Delil'i bizi çok sevmiş. Hacc bitti ve bizi gizlice Medine-i Münevvere'ye göndermek istiyorlar. Çünkü Düzce'nin Hacıları var. Eskiden Kabe-i Muazzama'nın etrafında hep evler vardı. Konyalıların binasının arkasına dayanmış Kabe-i Muazzama'ya bakıyordum. "Kalk, tavafını yap!" dediler. Kalktım, tavafımı yaptım, veda kapısından çıktım ve geldim yine eski yerime oturdum. Çünkü gidecek yerim yok. Hep oradaydım. Akşam vardım, dediler ki:
"Delil her tarafta seni aratıyor."
Ne yapacak? Bilmiyorum!
Gittim. Mansur Bey;"Eşyanı gizlice getir." dedi.
Allah râzı olsun. Allah'ım nur etsin. Bir otobüs ayarlamış. "Seni Medine-i Münevvere'ye göndereceğim, kimse duymasın! Orada rahat edersin. Kimse yokken ziyaretini de yaparsın." dedi ve bizi bir hafta evvel gönderdi.
Binaenaleyh orada gördüğüm esrarın tarifi mümkün değil. Buna amil ne idi? Doğrudan doğruya Hazret-i Allah'a teslim oluşum, helâl para ile gidişim ve arkadaşımın Hakk'ın olmasıdır, halkın olması değil. Yalnız gittim ve yalnız döndüm. Ama o Hacc'ı bir daha yakalayamadım. Sonra Cenâb-ı Hakk bana çok verdi, her sene giderdik, ama o Hacc'ın hâli başkaydı. Çünkü başka zaman arkadaşlarım vardı, şuyum vardı, buyum vardı, ama o zaman Hakk ile idim.
Binaenaleyh anladım ki orası Hakk pazarı halk pazarı değil. Helâl para olacak, rızâ-i bari ile gidilecek. Orada hiçbir şey görülmeyecek ve hiçbir şeye bakmayacaksın. Hele Mekke-i Mükerreme laubaliliği biraz kaldırır, ama Medine-i Münevvere hiç kaldırmaz. Çok edepli olmak lâzım. Bu edep içinde bulunduğun takdirde muhafazadasın. Edepten çıktığın zaman muhafazada değilsin. Bunu burada ölçü bilin. O kadar nazik bir yer.
Helâl para olacak, rızâ için gidip gelinecek, yoksa uydum kalabalığa gidip gelinirse, Hacı oldun mu? Boş! Boş!
Çok ince. İncelerin bir tanesini anlatayım. Bir gün bir meseleden dolayı bir arkadaş bir yere gitti. Onu bekliyordum. Safa ile Merve arasında camlar geniştir, orada namaza durdum. Önümde bir zât var. Benim namaza durduğumu görmüyor, bilmiyor. Azıcık bir yer kalmış, secdeye ihtiyacım var. O zâta azıcık elimle dokundum. Yani müsaade et, secde yapacağım demek istedim.
"Amma da hırçınlaştın!" buyurdular.
Yani, adama şu kadar dedim; "Namazdayım, müsaade et, şurada secde edeyim!" İşte orası böyle bir yer.
Onun için "Hacc'a gittim geldim!" bunlar boş şeyler. Çünkü kabul olunmuş Hacc'ın karşılığında cennet var. Cennet-i Alâ'ya mazhar olmak lâf işi değil. Çok dikkat lâzım, edep lâzım, helâllik lâzım, lâubalilik katiyen kaldırmaz. İnsan gece orada, gündüz orada, çarşı bilmeyecek, pazar bilmeyecek. Bir şey alacaksanız memleketinizde alacaksınız, eve bırakacaksınız, geldiğinizde vereceksiniz. Hediye almakla meşgul olmamalı; hurma, yüzük ve Zemzem müstesna. Burada zaten tesbih çok. Ama pazara çarşıya gitme.
Değmez! Değmez! Ben buraya halk pazarına gelmedim. Zaten benim ihtiyacım olmazdı. Yemem yok, içmem yok. Dediğim gibi icap ederse azıcık şekeri suya katarım ekmekle beraber yerim. Tamam işim bitti. Niçin? Bir daha ya geleceğim, ya gelmeyeceğim. Değmez!
Onun için baktım ki, Hacc hiç zannedildiği gibi değilmiş, çok inceymiş. İhramı giymekle kefeni giydim diyen kazanıyor. Hacc'a geldim diyen boşa gidiyor. Onun için niyet-i haliseyle, helâl parayla, mahviyet içersinde, edep içersinde gidilmesi lâzım.
Hacc'a öz insanların gittiği bir zamanda iki zât konuşuyor.
"Bu sene Hacc'da kaç kişi var?"
"Altı yüz bin kişi var."
"Kaç kişinin Hacc'ı kabul oldu?"
"Altı kişinin."
Altı yüz bin kişiden altı kişinin ki kabul olmuş.
"Fakat Cenâb-ı Hakk o altı kişinin yüzü suyu hürmetine ötekileri de kabul etti."
Hacc deyince akan sular duruyor, ama insan bunun farkında değil. "Hacc"a gittim, hacı oldum geldim!"
Hacc'ın inceliğini Cenâb-ı Hakk duyurursa orada anlarsınız.
Gönül Yolculuğuyla Hacc:
"Yanındayım, Yemen'deyim
Yemen'deyim, yanındayım!"
Efendim bu yaklaşmayı muhabbet sağlıyor, muhabbet onu yaklaştırıyor.
Geçen gün haccı tarif ederken gizli bir noktayı izah ettik. İnsanların bir kısmı şeytanın daveti üzerine, bir kısmı rızâ için Hacc'a gider. Bir de gizli bir Hacc vardır.
Bu gizli Hacc şöyledir. Gitmek için ahı var, fakat parası veya gücü yok. Ama niyeti halis. Allah-u Teâlâ onun bu niyetine göre ona Hacc ve Umre sevabı verir. Bundan başka tayy-i mekânla Hacc'a gidenler de vardır. Allah-u Teâlâ'nın izniyle bir adımda oraya varırlar, ziyaretini ve vazifesini yaparak dönerler. Kimse duymaz, kimse bilmez.
Bir de bundan daha gizli bir Hacc vardır ki gönül yolculuğu ile Hacc'dır. Gönül yolculuğu ile gider, namazını kılar, niyazını yapar, döner gelir ve hiç kimse farkına varmaz. İşte bunlar yol içinde yollardır. Bunlar bilinmeyen şeyler olup, O'nun yaklaştırdığı çektiği kullara mahsustur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mirac-ı Şerif'te nasıl bir anda çıktı? Yalnız Sidre-i Münteha elli bin senelik yol. O ise Sidre-i Münteha'dan sonra daha ne kadar çıktı? İşte bu gizli bir yolculuktur. Yani yol içinde yollar oluğunu, âlem içinde âlem olduğunu duyurmaya çalışıyorum. Rabb'im kendisine yaklaştırmak için ne yollar, ne âlemler lütfetmiş.
•
Hacc öyle bir yerdir ki efendim çarşıya, pazara dalmaya gelmez.
Cenâb-ı Hakk 1952 senesinde bize ilk Hacc'ı nasip ettiğinde. Hacc'da iken birkaç parça hediye aldım. Fakat döndüğümde de pişman oldum ve dedim ki "İnşallah bir daha gidersem, oradan hiçbir şey almayacağım." Cenâb-ı Hakk tekrar nasip etti. Bir gün Ravzâ-i Mutahhara'dan çıkarken ayağıma bir takke takıldı. Ayağıma sürüklendi, ayıp olmasın diye sadece o takkeyi parasını vererek aldım.
Buyurdular ki: "Hani sen bir şey almayacaktın?"
Onun için ne gerek çarşı, pazar, hediye. Hakk ile alışveriş, alışverişlerin en güzelidir.
Allah'ım kabul buyursun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Helâl para ile riyâsız ve Allah'ın rızâsı için Hacc edip, kötü söz, kötü iş yapmadan dönenlerin büyük küçük günahları affolur. Anadan doğmuş gibi günahsız döner." buyuruyorlar. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 756)
Bu ne büyük bir müjdedir.
•
Bir gün Ravza-i Mutahhara'dayım ve şiddetli bir ibtilam var. Ondan üç gün önce de yine Ravza'da büyük bir lütfu ihsan tecelli etmişti. Ama ibtilam çok şiddetli, içim yanıyor, kavruluyordu. Bir ara "Bunu alıverin!" diye niyaz ettim. Bunun üzerine "O geçen günkü lütfu ihsanı da alalım" buyurdular.
"Yok onu almayın o kalsın" dedim.
"O zaman bu ibtilâyı da almayalım" buyurdular. Ben de "Râzıyım almayın!" dedim. Yine de kısa bir süre sonra "Hele Arafat'a bir çık da bakalım" buyurdular. Yani yine bir teselli, umut verdiler.
Burada anlatmaya çalıştığımız, verilen nasıl veriliyor bilesiniz diye. Verilen nur, ateşle veriliyor. Ateşi hazmedersen nura dahil olursun. Ateş kalkar, sen nura dahil olmuş olursun.
Asıl Kardeşlik:
Buradaki kardeşlik yalnız tanışmaktan ibaret, asıl kardeşlik ahirette başlayacak.
Buradaki görüşmeler, buradaki haller orada uzun uzun anlatılacak. Yoksa burada her şey muvakkat. Görüyorsunuz ki yarından emin değiliz, kimin elinde senet var? Fakat muvakkat bir yer olmasına rağmen ahiretin bütün kazancı buradan götürüleceği için ve bir de saha-i imtihan olduğu için çok kıymetlidir. Asıl hayat, asıl kardeşlik orada yaşanacak.
Ümmet-i Muhammed'i öz kardeş bilmek ve sevmek, müslümanların birleşmesini ve çoğalmasını arzu etmek lütfu, Hazret-i Allah'ın kardeşlerimize cidden büyük bir ihsanıdır.
Emanet ve Havale:
Çok sevdiklerimizi daima Hazret-i Allah'a emanet ederiz.
Niçin? Ancak her şey O'nun hıfz-u himayesi ile tutulur.
Sevmediklerimize hiçbir zaman bedduâ etmeyiz de, Hazret-i Allah'a havale ederiz.
Şöyle ki, sevmiyorsa ona gadab eder. Seviyorsa ona rahmet eder. Yani biz onun gadabını istemeyiz Hazret-i Allah'tan...
Fakat gadab etmek istediğine de rahmet dilemeyiz. Her şey Hakk'a bırakılır. Hakk dilediği gibi eyler.
Fitne Harp Gibidir:
Fitne harp gibidir. Düşmana: "Sen bana saldırma!" demeye hakkın yok. O da hücumunu yapacak, sen de hücumunu yapacaksın.
Mücadele ve mücahede böyle olur, kazanç da böyle olur. Fitne ile mücadele edildiği nispette kazanç vardır.
O bir hiç uğruna canını fedâ ediyor. Sen kendini inanmış kabul ediyorsun; hem de fitneden çekinirsen mücadeleyi kaybetmiş olursun.
Allah İçin Sevmek:
Sevenleri sevmekte cidden büyük esrar vardır. Meselâ sevdiğimiz bir insanın yanında hiç görmediğimiz tanımadığımız bir insanı görürsek, onu da seviyoruz. Fakat dostumuzu hiç sevmediğimiz bir düşmanımızın yanında görürsek, ona karşı buğzediyoruz.
Mevlâ'nın dostunu Mevlâ için seversek, belki de hiç beğenilecek tarafımız olmadığı halde, Mevlâ bizi onun yüzü suyu hürmetine sever. Lâkin belki ufak-tefek küçük amellerimiz de olsa, Hazret-i Allah'ın sevmediği bir kimse ile ünsiyet edip muhabbet edersek, muhakkak ki muhabbetini bizden kesiverir.
Bu ölçüyü sıkı tutalım inşaallah.
Misafirlikte Külfet:
Her zaman arz ettiğimiz gibi, bir yere misafir gittiğimiz zaman külfet yapmayalım, yük olmayalım. Yolumuz Hakk yoludur, yeme-içme yolu değildir. Gaye-maksat-menfaat gibi şeyler yoktur.
Bu husus böyle söylenirken, gönül haliyle bu hayatı yaşamayı ister. Nitekim bir defasında İzmir'e gitmiştik. Dâvetli olmamıza rağmen, her zamanki mutadımız üzere bir kenara çekilerek, gideceğimiz eve külfet olmasın diye peynir ekmekle doyunduk. Çünkü biz kalabalığız, orada da birçok kalabalık var. Eve vardığımızda: "Buyrun yemek yiyelim." dediler. Biz kahvaltımızı yaptığımızı söyledik. Eğer öyle yapmasaydık, gittiğimiz yerde tahminen kırk elli kişi vardı, onları bırakıp yemek yemeğe dalacaktık. Sonra o evin hanımı bir gün yemek yapmakla uğraşacak, bir gün de bulaşıkla temizlikle uğraşacak etti iki gün. Bir boğaz için mi bu külfet?
Bir de baktık, bunu böyle yaptığımızdan Mevlâ hoşlanmış! Hiç ummadığımız yerde hoşlanmış Mevlâ... Demek ki insanın O'nu nasıl hoşlandıracağı belli olmuyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müminin müslümanlar üzerinde külfetinin az olduğunu söylemiştir. Onun her söz ve hareketini inceden inceye süzüp tatbik etmeliyiz. Hakiki hayat onun sözlerinin ve yolunun altındadır. Bunu böyle yaparsak yardım da, kolaylık da ihsan edilecek, Hazret-i Allah'ın rızâsını kazanacağız, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yolunda da gitmiş olacağız. Ne kadar güzel!
İbtilâ:
Terakkiyat yolunda bir sâlike ezelî taksimi nispetinde deniz dalgaları gibi ibtilâlar gelir.
O bakımdan senin de hazır olman lâzım. Hangi rüzgâr olursa olsun, hangi imtihana çekilirsen çekil, hangi ibtilâya maruz kalırsan kal; Cenâb-ı Hakk'a sığın, Pirân-ı izam'dan istimdat et, yılma, yıkılma, düşme, sebat et... Azmedersen, Hazret-i Allah da o bütün dalgaları kırar.
•
"Şu ibtilâyı vereceğim, şu mükâfatı da peşinen vereceğim." dese, kul belki çekinir.
Fakat O dilerse hem verir, hem yükler, hem de götürür. Kolay değil, hafsalanın alacağı işler değil, demek istiyoruz.
Bir ibtilâ ki seni Hazret-i Allah'a yaklaştırıyorsa rahmettir, uzaklaştırıyorsa felâkettir. Nefis kendisini haklı çıkarır. "Böyle olmamalıydı." der.
Bunun içindir ki Hazret-i Allah'a sığınmak gerekiyor.
Allah'ım! Ne olur beni bana bırakma. Benim göğe çıkmam için merdiven de yok, yere kaçmak için bir yolum da yok. Mülk senindir, mahlûk da senindir. Sen nasıl takdir edersen, ondan başkası da olacak değil. Ben ister râzı olayım, ister râzı olmayayım. Ona da bakacak değilsin.
Şu halde insan Hazret-i Allah'a yaslanacak, O sana bu lütfu verirse seni kurtarır.
Dikkat ediyoruz ne zaman ibtilâ büyük olacaksa, hemen boğazımızı kesiyorlar. Gelecek ibtilânın büyüklüğünü oradan öğreniyoruz.
İbtilâ acı gibi görünür. Fakat aslında ne kadar tatlıdır, ne kadar güzeldir.
Bazı dostlarımız yalnız diye bize acır, düşmanlarımız sevinir. Bize acıyan dostlarımız ne olur kendilerine acısalar! Çünkü beni benden fazla seven Allah'ım varken, benim için takdir ve hüküm yürütmüşken, dostum beni ne kadar sevebilir?
Gerçekten görüyorum ki, Allah'ım beni benden fazla seviyor. Çok defa uçurumun kenarına geliyorum, eğer beni bana bıraksa mahvolacağım. Beni tutuyor ve kurtarıyor.
Beni benden fazla seven Allah'ım bana kötülük yapar mı?
Hep bal verecek değil ya, bazen de zehir verir. İnsan sabrederse o zehir de bal olur.
Mânevî İşâret:
Hiçbir zaman arzu dalgalarına değil de Mevlâ'nın lütuf emirlerine müteveccih olup, O'nun hükmünü kendi arzularımızdan önde tutmalıyız. Hazret-i Allah bu gibi kimseleri tutar. Diğerlerini tutmaz, çünkü o: "Hayır! Bu böyle olacak!" diyor. Madem ki öyle olacak, öyle olsun deyip, onu kendi haline bırakır.
Fakat bir kul Hazret-i Allah'ın emrine uygun zannıyla hatalı işlere teşebbüs edebilir. O, Mevlâ'ya müteveccih bulunduğu için, Mevlâ ona bir işaret veriyor, o ışıkla önünü görüyor ve yola koyuluyor.
İhvana Öncelik:
İhvan için Hazret-i Allah'tan şunu isteriz:
İhvanı boynuma assın da öyle yürütsün. İhvanı öne, akrabalarımı arkaya asarak yürütsün. Ve Mevlâ onları cennete koysun, beni orada bıraksın, beni yalnız kendisi ile meşgul ettirsin.
Hazret-i Allah ihvan için böyle niyaz ettirmiş, bundan hiç kimsenin haberi olmaz. Bu hâl sırf O'nun ikram ve ihsanıdır.
Yol Kesiciler:
Bir mukallid, birkaç parlak lâf ile bütün hakikati dürmeye çalışır. O kadar parlak sözleri vardır ki, eğer insan azıcık ilimden-hakikatten mahrumsa, onların o parlak sözlerinin cazibesi karşısında çöker gider. O da boşluktadır, tâbi olanlar da boşluktadır. Kopardıkları kimselerin ebedî hayatlarını öldürürler. Mahşerde o da şaşıracak, etrafı da şaşıracak. Ne umdular ne buldular. Amma hiç de kurtuluş yok.
Bunlara meydanı bırakmamak için nasıl uyanık bulunmak gerekiyor.
Efendi Hazretleri: "Kurda kuzuyu kaptırmayalım." buyurmuşlar.
Birbirinizi bırakmayın!
Kuzu ihlâslı ihvana, kurt da şeytana ve şeytanlaşmış insana işarettir.
Boş konuşan bu yıkıcıların tahribatı karşısında bir kardeşin ayağı kayabilir. Bırakma onu. Yardımcı ol ona. Bırakırsan kurt kapar götürür.
Onun için insanın samimi olarak yolda bulunmak isteyenle beraber olması ve beraber ölmesi lâzım ki ahirette beraber çıkabilelim...
Ehl-i hareket iki boş söz söyler, hakikati örtmeye çalışır. Susma karşısında! Kitabı aç, yerini bularak oku. Sen verme cevabı, bırak hakikat konuşsun. Mukallidin hükmü çöksün. Hakikat Hakk'tan geldiği için güneş gibi parlaktır. Hiçbir mukallidin sözü onu ihata edemez. Amma sen açarsan edemez. Açmazsan, meydanı boş bulur, hükmünü yürütüp icraatını yapar.
Ortaklıkta İhlâs:
Yakınlarımızdan iki genç var, bunlar hem abi-kardeş, hem de ortak iş yapıyorlar. Abisi her şeye hâkim, ötekisi köle gibi.
Dün geldi. Sen dedim müteahhitlik yaptın, başkaları ile birçok işler yaptın, seni ıskat ettiler. Hem sermayen gitti, hem de kârın gitti. Bundan bir şey anladın mı? Anlamadın. Sen o işi yaparken niyetini bozmuştun, kardeşine hiç pay vermemiştin. Hazret-i Allah da seni ıskat etti. Hani o senin kardeşindi, hani ortağındı? Senin âkıbetini pek iyi görmüyorum. Sen büyüğüm diye yapıyorsun amma, Hazret-i Allah daha büyük dedim. Bu durumu anlamıyor, menfaat hırsı bunların hepsini örtüyor.
Ona bir temsil de getirdim. İki ortak varmış, birisi rahatsızlanmış bir müddet dükkana gelmemiş. Âfiyet bulup dönünce ortağına: "Ben senden ayrılacağım." demiş. Ortağı sebebini sorduğunda: "Ben şimdiye kadar dikkat ederdim, dükkana karıncalar girerdi, şimdi bakıyorum dükkandan çıkıyorlar. Muhakkak ki ortaklığa bir hile girdi." cevabını vermiş. Bunu duyan ortağı: "Dur söyleyeyim demiş, ben gerçekten hile yapmadım. Yalnız bir defasında eve yumurta göndermem icabetmişti. Büyüklerini kendime, küçüklerini sana gönderdim, bundan olabilir."
Ortaklık bu işte. Böyle ortaklık olursa üçüncü ortak Hazret-i Allah'tır. Hadis-i kudsi'de:
"İki ortaktan biri arkadaşına hiyanet etmedikçe, onların üçüncü ortağı ben olurum. Biri diğerine hiyanet edince ben aralarından çıkarım." buyuruyor. (Ebu Dâvud)
Böyle ortaklık çok iyidir. Ya hakkını vereceksin ya ortak olmayacaksın. En küçük bir hile olursa Hazret-i Allah o işi ilerletmez.
Borca dalmadan tedbirli bir şekilde ne isterseniz yapın. Önümüz pek aydınlık değil.
Ümmet-i Muhammed İçin Duâ:
Abd-i âciz üç nokta üzerinde duâ ederiz:
"Allah'ım ululuğun hakkı için, biricik varlığın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yüzü suyu hürmetine Ümmet-i Muhammed'i affet ve muhafaza et, senin için bu mahlûkuna muhabbet edenleri affet ve muhafaza et, bu fakir-hakir-pürtaksirini de affet ve muhafaza et."
Bu duâyı dilimizden hiç düşürmeyiz. Hatta bazan demek ki aşırı gidiyormuşuz ki bir defasında sert bir ihtar aldık. "Ümmet-i Muhammed'den başkası için el açma!" buyuruldu.
Ümmet-i Muhammed için her el açışta duâ etmeli. Çünkü bir kişiyi affetmesi ile Ümmet-i Muhammed'i affetmesi arasında O'nun indinde hiç fark yoktur.
Güzelliğe Meylin Mânâsı:
Allah-u Teâlâ lâhut âleminde Cemâl-i bâkemâlini gösterdiği zaman ruhlar O'nu müşâhede etmişlerdi. O güzelliğin hayranı oldular, mest oldular. İnsan daima güzelliğe meyyaldir. İnsan bir yeşillik görsün, bir akarsu görsün, bir hayvan görsün, hemen meylediveriyor. Güzel bir insan görülse hoşa gidiyor. İnsanda daha çok câzibe var, çünkü insan kudret eliyle halkedilmiştir. İşte insanların güzelliklere meyletmeleri o mest hâlinden geliyor.
İnsanlar bu güzelliği bir de cennet-i âlâ'da seyredecekler. Şöyle ki: Kadın erkek her Cuma günü Allah-u Teâlâ'nın dâveti üzerine O'nun yüce ziyaretine gidecekler. Nurdan perde kalkacak ve Allah-u Teâlâ'yı dolunayın görüldüğü gibi net olarak görecekler. Herkes kendi hâline göre ayrı ayrı o tecelliyâta mazhar olacak. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönecekler. Eşleri onları neşe ve sevinçle karşılayacak.
Çok ince bir mevzu. Camdan ne zaman tecellî edeceği belli olmaz. O camdan değil, senin camından bakacak. İşte o görünüş Fuat'tadır, evliyâullahta Fuat'ta tecellî eder.
Üç Büyük Lütuf:
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği kulu üzerinde en büyük lütufları nelerdir?
Birincisi; Allah-u Teâlâ'nın sevdiği kulunun üzerinde en büyük lütfu "Kulum!" demesidir. Bir insanın "Ben kulum" demesi kıymet ifade etmez, Yaratan'ın ona: "Kulum!" demesi kıymet ifade eder. Asıl maksat da budur. Bunun için fakir her fırsatta der ki: Ben hâlâ: "Allah'ımın kulu, Habib'inin ümmetiyim." diyemedim. "Allah'ım ne olur, zâtına kul Habib'ine ümmet et!" diye niyaz ediyorum, yalvarıyorum.
Yaratan'ın mahlûkuna: "Kulum!" demesinin yanında İbrahim Aleyhisselâm'a lütfettiği gibi: "Halilim!" demesi, Muhammed Aleyhisselâm'a lütfettiği gibi: "Habibim!" demesi, "Sevgilim!" demesi vardır. Bu beyan devam eder efendiler, kıyamete kadar devam eder. Bu lütuf da yine Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in yüzü suyu hürmetinedir.
İkincisi; Allah-u Teâlâ'nın sevdiği kulunun üzerindeki en büyük lütuflardan birisi de kuluna "Selâm" etmesi'dir.
Meselâ: "Veselâmün alel-mürselin = Peygamberlere selâm olsun!"
Bilen için anlayan için bu ne büyük bir ihsandır. Allah-u Teâlâ hiç ummadığınız bir kula selâm eder. Bütün bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın yüzü suyu hürmetine, onun vârislerine bahşedilen gizli lütuflardır. Çünkü üzerindeki emanet Resulullah Aleyhisselâm'ın emaneti olduğu için, o sevgilinin nurunun üzerinde olduğu için, Allah-u Teâlâ onu bu gizli sırlara mazhar eder. Bir mahlûk için bu, tasavvura sığmayan lütuflardan birisidir. Ve bu lütuf kıyamete kadar devam eder.
Üçüncüsü; bir mahlûkuna en üstün lütuflardan üçüncüsü de, cemâl-i bâkemâli ile müşerref etmesidir.
Diyeceksiniz ki buna imkân var mı?
Var efendim.
Çünkü Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-:
"Ben Allah-u Teâlâ'yı gördüm, başka bir şey görmedim." buyurdu.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in yolunda olanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in yüzü suyu hürmetine, Allah-u Teâlâ lütfuyla kime dilerse ona gösterir.
Bir mahlûk gerçek mânâda Hazret-i Allah ve Resul'ünde fâni olursa, Allah-u Teâlâ dilediği şekilde tecellî eder. Aslında O'ndan başka hiçbir şey yok zaten.
Hakikatimi gördüğüm zaman, itimad edin kendimi zerre kadar değersiz bir mahlûk olarak görüyorum. Gözümle görüyorum, anlatma ile değil.
Hakk'ta Fâni Olmak:
İnsan dediğin şey resimden ibaret. Bunu bilemediği için, O'ndan O'na yakın olduğunu da bilemedi. Vaktâki Allah-u Teâlâ lütfeder, bir mahlûk kendisini ifnâ eder, zerre kadar bir pislik olduğunu gözü ile görürse, o zaman azamet-i ilâhî kendiliğinden husule gelir. İnsan bunu görmezse kendisinde ne kadar varlık bulursa bulsun, Allah-u Teâlâ'ya o kadar perde vardır. Ne kadar perde olup, aslını bulursa azamet-i ilâhîye o kadar meydana çıkar.
Şimdi mühim bir hususu arzedeceğiz. Aslımız bir hayal, vehim. Üzerimizdeki bütün âsâr ve emanetler Sahibimiz'indir. Biz bunu söylerken yalnız ağızla söylüyoruz.
Kim ki Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve emanetini nefse benimserse, o Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve emaneti ile Allah-u Teâlâ'ya satış yapmaya çalışıyor demektir.
Oradaki Dört Çeşit Hali Gördüm:
1- Sıfat-ı hayvaniyedeki insanların durumunu gördüm.
2- Kaynar suyu gördüm.
3- Ateş gibi olanları gördüm.
4- Kömür gibi olanları gördüm.
Hayatta İki Şeyden Çok Korktum:
Bu korku üç gün sinemden çıkmadı. Onu hatırlıyorum. Birisi, bir kadının kabrini gördüğüm zaman duyduğum korku. Bir de sosyetelerin mahşerdeki durumunu gördüm. Bu öyle bir korkunç durum ki. Demek öyle içime sinmiş ki o korku, üç günde ancak içimden çıkabildi.
Birincisi; Hazret-i Allah İle Alay Eden Kadının ve
İlâhi Hükümleri Hiçe Sayanların Kabirdeki Durumu:
Bu kabirde gördüğüm kadının, Hazret-i Allah ile alay ettiğini ben kulağımla duydum. Ve kabrini gösteriyorlar. Kabir nasıl bir durum? Farz-ı muhal yoldan geçiyorum, acaba aşağı yuvarlanıp o kabre düşer miyim diye o kadar korkmuşum. Çünkü kabrin durumu çok korkunç, tarifi mümkün değil, cehennem çukuru... O kadın bu kadın işte. Hazret-i Allah ile alay edenlerin durumu bu. Kadın bu.
Fakat her türlü nefis arzularına kapılıp ilâhi hükümleri hiçe sayanın durumu da böyledir. O da alay ediyor demektir. Ve bunların âkıbeti budur. Tarifi mümkün değil.
İkincisi; İmandan Soyulmuş, Hazret-i Allah'a İsyan Etmiş
Nefs-i Emmare'nin Yolunu Tercih Etmiş Sosyetenin Durumu:
Bana bunların durumu gösterildi, şöyle ki:
Bir yol var. Bu yoldan vuran karşıya geçecek, ama orada büyük bir su var, suyun ortasında ise sudan bir değirmen var, çark var. Bu suya vuran orta yerde bulunan o çarka geliyor su bir bulanıyor, bir bulanıyor giren boğuluyor, giren boğuluyor. Karşı tarafa bir tanesi geçemiyor.
Yani bu yoldan vurup karşıya geçilecek, fakat ortaya geldiği zaman o su bir dönüyor, değirmen gibi öğütüp gidiyor, öğütüp gidiyor, öğütüp gidiyor; boğup gidiyor, boğup gidiyor. Ve bunu gözümle bir bir, bir bir seyrederken içime bir korku sinmiş. O kadar sinmiş ki, onun için Allah'ıma sığınırım. "Bu da sosyetelerin durumu." Öyle buyurdular, "Bunlar da sosyetelerdir." Çünkü sosyete demek; imandan soyulmuş, nefs-i emmare'nin yolunu tercih etmiş, Hazret-i Allah'a isyan etmiş, O'na hasım kesilmiş ve âkıbeti de bu olmuş.
Gözümle görüyorum. Hem okuyorum, hem Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla gözümle gördüğüm şeyler çok büyük tesir yapıyor. Diğerlerine niye yapmıyor? Onlar kokluyor.
Allah'ım bizi okuyanlardan, idrak edenlerden etsin de, koklayanlardan etmesin.
Kibir Pisliktir:
Evvela ayân-ı sabiteyi hâlketti. Yani insanın özünü hâlketti. O kadar küçük ki, zerre kadar küçük.
Bu ayân-ı sabiteyi dilediği şekilden şekle geçirdi. Nutfeye de dikkat edersek kirli bir su. İnsanın üzerine gelse yıkanması lâzım, fakat o kerih suyu Allah-u Teâlâ şekilden şekile geçirdikten sonra;
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir." buyurdu. (Müminûn: 14)
Şimdi burada iki şeyin üzerinde durmaya çalışıyorum:
Birincisi; "Ey insan senin aslını nerede ve nasıl hâlketti?"
Ama ne güzel surete çevirdi. O ne kadar güzel Yaratıcı'dır.
Binaenaleyh insan aslını düşünebilse hiçbir zaman kibirlilik yapmaz. Kibirlilik bir pisliktir.
Çok gençtim, merak ettim, şimdi olsa soramam.
"Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet'e giremez." (Müslim)
Hadis-i şerif'ini görünce; "Ya rabbe'l-âlemin! Kibir nedir?" diyorum.
"Pisliktir." buyuruldu. Tamam öğrendik. Allah'ım pisliğin kendisinden de, kokusundan da, her şeyinden korusun.
Binaenaleyh insan kendisini düşünse hiç kibirlenmez. Aslı bir pislikten ibaret. Fakat Halik-u Azimüşşan'ın azâmetini düşündüğü zaman, o bir damla pisliği ne hale çevirdi. Göz verdi, kulak verdi, azalar döşedi, yerli yerine koydu. Sonsuz ihsanlar karşısında mahlûk isyan ederse durumu ne olur? Onun için Rabb'im;
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Âyet-i kerime'si mucibince bizi böyle o bir damla kerih sudan bu hale getirdi ve bu sahneye imtihan için koydu.
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi apaçık hasım kesilmektedir." buyurdu. (Yâsin: 77)
Allah'ım hidayetimizi ihsan buyursun. İmanımızı kemâl etsin. Bizim âkıbetimizi hayırlı etsin. İlmiyle, hilmiyle, kudsi ruh ile desteklesin ve bizi nankörlerden etmesin.
Ama burada iki şey var; aslın nedir, Halik-u Azimüşşan kimdir? Bunu insan kavradı mı işi kavrar.
Cennet Anaların Ayağı Altındadır:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyorlar ki:
"Cennet anaların ayağı altındadır."
Bizim anneye ilgi göstermemiz lâzım. Annemin kalp, karaciğer, nefes darlığı üç ağır hastalığı vardı. Ona elimden gelirse kız gibi hizmet etmeye çalışırdım, üzmemeye, darıltmamaya. Çok çalışıyorduk, bizim mesleğimiz çok ağır. Eve geliyorum, Cuma banyosunu yapıyorum, yemeğimi yiyorum, Cuma namazımı kılıyorum, işe gidiyorum. Bir Cuma günü geldim. Banyomu yapacağım, yemeğimi yiyeceğim, namaza gideceğim.
Annem dedi ki: "Oğlum misafirler yeni kalktılar, gittiler. Şuraya otur. Ben senin suyunu ısıtırım, yemeğini yersin, namaza yetişirsin."
İyi, güzel, ama nefis beni dürttü. Anneme hayır demedim. Ben gideyim az sonra gelirim. Gittim. Dükkânda çalışırken sayayı tuttum olduğu yerde deri koptu. Sübhanallah. Bu vaki değil. Hemen olduğu gibi bıraktım. Onun otur dediği yere gittim oturdum. Banyomu yaptım, yemeğimi yedim, cemaatle namazıma yetiştim.
Yol Allah Yolu!
Efendilerimiz bu yolu Allah yolu diye tertemiz bırakmışlar. Şahsın ismi geçmemeli, bunu şahsa maletmemeli.
Cenâb-ı Hakk bir mahlûkunu kölelik şerefine nail ederse, ondan daha büyük fazilet yoktur. İkinci bir isim takmak bize çok acaip geliyor.
Bunun içindir ki sırası geldikçe size arzediyoruz. "Elimden gelse ismimi değil cismimi de kazıyacağım." diye.
Ad yapıp çığır açmayın. Yol Allah'ındır, dilediğine verir. Bölücülükten tefrikadan çok çekinin. Birçok insanların böyle helâk olduğunu gördüm ve görüyorum.
Meselâ bir gurup çıkmış, o muhterem hocaefendinin yolundan ayrılmışlar. Hiç kimseyi vekil bırakmadığı için, mebus seçer gibi reyle seçmişler.
Bölücülükten çok çekindiğimizden, böyle hadiselere meydan vermemek için tedbir mahiyetinde bunları söylüyoruz. Yoksa Hazret-i Allah nasıl murad etmişse öyle yapar.
Yol Ne Güzel, Yolcusu Ne Güzel:
Geçenlerde bir kardeşimiz geldi; "Ben ev aldım dayadım döşedim. Bir kilogram altınım arttı. Onu da ahiret hazinesi için bıraktım." dedi ve buraya getirdi.
İyi güzel, kabul ettim, ama bana altın lâzım değil. Bu altın sana lâzım olacak. Aldım kabul ettim, dedim ve sonra iade ettim.
"Bununla iş yap!" dedim.
Şimdi iş yapıyor onunla. Onun için "Yol ne güzel, yolcusu ne güzel."
Bu kardeş niyet-i haliseyle verdi, ama çok iyi yaptı. Bolluğa bir temel attı. Yoksa bize para lâzım değil. Bize ne para lâzım ne altın lâzım. Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız yok.
Yolun Kıymeti:
Allah-u Teâlâ'nın bulundurduğu bu yolu siz ahirette anlayacaksınız. Şimdi hakikaten ne kadar söylesek az. Cenâb-ı Hakk'ın ayırdığını gördüğünüz zaman "Az!" dersiniz, Rabb'im bizi nereye koymuş... Ashâb-ı kiram'ın tarifi mümkün değil.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kardeşlerimi görmeyi ne kadar isterdim." buyuruyor ve iştiyâkından ağlıyor. O günden bugüne 1400 yıl geçmiş. O nuru aksettirmiş. O zamanla bu zaman hiç farkı yok. Onun için en büyük şeref budur. Bulunmaz bir deryadasınız. Bilmiyorsunuz. Siz bunu ancak ahirette anlarsınız. Hakikaten bir şeyler söylemek istiyordu amma bunu duyurması mümkün değildi, dersiniz.
Bizim Yolumuz Nezafet Yoludur:
Her gelenle hoş ol. Misafir senin yüzüne bakar. Yüzün gülerse, halin hoşsa hoşlanır. Zaten Merhaba'nın manası budur. Hoş geldin, müsterih ol, serbest ol, eminsiniz, rahat et manalarına gelir Merhaba. Onun için güler yüz, tatlı dil, güzel alâka yolun icabıdır.
Bizim yolumuz nezafet yoludur, bizim yolumuz edep yoludur, bizim yolumuz kardeşlik yoludur. Herkesi hoş, kendini boş gör.
Onun için fakir der ki: "Bu yolda düşünceye kadar, hasta oldum demek yok."
Allah yolu olduğu için düşünceye kadar yok. Ashâb-ı kiram'a bir bak, numuneyi ondan al. Nasıl çalıştılar? Hazret-i Allah ve Resul'ünün uğruna nasıl canlarını feda ettiler seve seve. Onun için bunlar bize numune.
Hep deriz ki; yoruluncaya kadar değil, yıkılıncaya kadar, yıkılıncaya kadar değil, ölünceye kadar hizmet...
•
Bizim kendimizi kitaplardaki tarifimiz şöyledir:
Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım. Varlık için Hazret-i Allah ve Resul'ü yeter, ziynet için Hazret-i Kur'an yeter, şeref için İslâm dini'nin şerefi yeter.
Bize bu gerek efendim. Varlık, varlık satanların olsun. Çünkü onlar o varlık putu ile ayakta duruyor. O varlık putunu indirirlerse zaten bir şeyleri kalmayacak. Allah'ım bizleri varlığını ifna edip kendi varlığı ile yaşattığı kullardan etsin.
•
Allah'ım numune etsin. Askerde şube askeriydim. Mektup yazmak için kullandığım kâğıdı yerine koyardım. Ben buradan kâğıt harcadım, mürekkep harcadım burada benim hakkım yok derdim. Devlet malı diye düşünürdüm. Kimseye söylemeden çarşıdan kâğıt alır ve oraya koyardım. Bunu bana Rabb'im yaptırıyordu. Bu devletin malıdır, bunu benim kullanmaya hakkım yok diye düşünürdüm.
•
Size her zaman söylüyorum; Sahib'imin bana çok büyük iki lütfu var. Birisi ihsan ediyor, gösteriyor, bildiriyor, lütfediyor.
Diğeri ise muhafaza ediyor, tutuyor, hududu aştırmıyor.
Bu çok mühimdir. Lütfedip muhafaza etmezse, tutmaz ise hududu aşarsın helâk olursun. Yalnız muhafaza ederse kendinde kalırsın icraatın olmaz. Korursa korunursun. Niçin? O koruduğu için. Çok ince bir iş.
Bu sebeple çalışmak için lütufta bulunuyor, muhafaza ederek de yine O koruyor.
Bunu ifade etmek için fakir iki kelime kullanır. Hıfz-u himaye, tasarruf-u ilâhiye. O seni koruyacak, O seni yürütecek, O seni kurtaracak ki sen de kurtulmuş olacaksın.
Bugün kurtuldum diye bir şey yok. Yediğimiz haram, giydiğimiz haram, baktığımız yerler haram. Bu haramların içinde hayatın bulunması, ancak O'nunla kaim.
•
Hani "Sırat köprüsü kıldan incedir" denir ya; sırat köprüsü dünyadadır. Ahkâm-ı ilâhiye'ye inceden inceye dikkat edersen, senin için ahirette sırat köprüsü yok. Evet cehennemden geçeceksin ama kimisi şimşek hızıyla, kimisi göz kırpacak kadar az zamanda, kimisi de yıldırım hızıyla geçecek. Bunlar cehennemi de, sırat köprüsünü de görmezler. Ayağını basar ve öteki tarafa geçerler. Ama ahkâm-ı ilâhiye'ye dikkat etmeyen, şüphe eden, nefsine dalan ayağını basar ve kayar.
Allah-u Teâlâ'nın yakın kulları cennet-i alâya girince, melekler sorar:
"Anlatın bakalım; mizan nedir, sırat nedir?" Onlar "Biz bunları görmedik" diye cevap verirler.
Demek ki onlar buraya tabi tutulmamışlar. Yani onlara "Siz imtihanınızı verdiniz, geçin!" denilmiş. Onlar sırattan geçmiştir ama geçtiğinin farkında değildir, bilmiyorlar. Bu çok mühimdir.
•
Bizim hayatımız şuna benzer. Bir insan bir evden diğer bir eve taşınırken, bütün eşyalarını taşır. Eski evde hiçbir şey kalmaz, sadece bir ceketi vardır. Çağırdıkları zaman gelir ceketini alıp, gider. Benim dünyada kalmamla ahirete göçmemin durumu budur. Şu, bu hayır! Bir ceketim var, çağırdıkları zaman alır çıkarım. Elhamdülillâh... Allah'ım beni dünyaya bağlamamış, hiçbir ilgim yok. Her şeyi vermiş ama O'ndan gayrisini yaşatmamış. Benim için ne mal, ne para, ne kadın; hayır! Benim sadece ceketim var, ceketi alıp giderim. Onun için değmez efendim.
•
Hazret-i Allah ve Resul'ü, bir kişiyi öne sürerse, ona karşı gelen Hazret-i Allah'a ve Resul'üne karşı gelmiştir. Cenâb-ı Hakk onun işini bitirir; artık onun ruhu ölüdür, yaşayan nefistir. Fakat Hazret-i Allah ve Resul'ünün tayin etmediği bir kişi de öne geçerse, tıpkı yalancı peygamber gibi sahtekârdır, riyâkârdır.
•
Kitaplarımızı içten okuyan, aynı bizi görmüş gibidir. Çünkü râbıta, verilen şeyin intikalidir, kendisine çekmektir. Kitapları içten okuma da böyledir. Bu zâhiri râbıta, ötekisi bâtını râbıta olup verileni üzerine çekmektir. Mürşid ile mürid arasındaki intikaldir.
Cehennem'de Görülen İki Hâl:
İmam dediklerinden, önder dediklerinden bir kişiyi göstermeyi murad etmiş. Dünyadaki durumu değil, cehennemdeki durumunu gösteriyorlar. Gözlerim sıfatına daldı. O kadar acaip bir sıfat ki, sıfatını söyleyemeyeceğim. Fakat gözlerim dalınca "Tüylüdür tüylüdür!" dediler.
Bir de baktım ki çok tüylü ve inanın her tüyünden lânet akıyordu. Kendi asıl yerinde biraz durdu, sonra gitti. Halkın içine mi çıksa o sıfatla, yerinde mi yatsa o sıfatla.
İtimad edin görmek istemedim. Fakat Allah-u Teâlâ göstermeyi murad etmiş. Kim olduğunu ifşâ etmeyeceğim, çünkü ifşâ mânen yasaktır.
Onları biliyordum. Niçin biliyordum? Çünkü Hazret-i Allah'ın Âyet-i kerime'lerine inanmıştım.
Bir de cehennemde kaynar suya atılma var. Bir kişi için merak etmiştim, kaynar suya nasıl atılır diye, sonra gösterdiler.
Kaynar suya atıldı, çıktıktan sonra baktım ki, bütün kemikleri soyulmuş, elbiseyi ipe asar gibi astılar. Artık o acı binlerce sene olsa unutulmaz. Bundan sonra bir de cehenneme atılma var.
Hakk Akıtacak ki...
Öyle anlarımız oluyorki, o anda artık ne söylemeli ne de dinlemeliyiz. Sohbete her zaman durumumuz müsait olmuyor. Daha doğrusu Hakk akıtacak ki, akıttığından istifade edilsin.
O not dediğin şey akıtıldığı zaman gelir. Yoksa insanın kendisinde hiçbir şey yok. Yok ki aksın.
Bir Yıl Öncesinden İfşa Edilen
Kıbrıs Harekatı:
Kıbrıs Harekatı'nın olduğu gün sevenlerinden bir kardeş küçük bir cep radyosu getirmiş, haber dinlemek için açmışlar. Zât-ı âlileri o anda işi bırakmış, sağ elini alnına koymuş, gözlerinden şapır şapır yaşlar gelmiş.
Haberi beraber dinledikleri sevenleri de duygulanmışlar.
Bir ara Hacı Celal Efendi gelmiş, telaşlı telaşlı:
"Hacı Efendi! Savaş başladı!" demiş.
Zât-ı âlileri; oradakilere şöyle buyurmuşlar:
"Hacı Celal Efendi'nin telâşını size şöyle arz edelim:
Bu sene Hacc'da Kâbe-i Muazama'ya bakıyorduk. Bir ara perde açıldı, Allah-u Teâlâ Türk-Yunan savaşı sahnesi gösterdi. Yanımızda Hacı Celal Efendi vardı, ona bu harbin olacağını ifşâ etmiştik.
Adam Çok İnsan Az,
Bulursan İsmini Yaz:
Adam olmak kolay, ama adamı insan yapmak zor. Bugün adam çok insan az, bulursan ismini yaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Andolsun ki biz Âdemoğulları'nı üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." buyuruyor. (İsrâ: 70)
Mükerrem insan kimdir?
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için suretâ insandırlar, icraatları hep hayvanîdir.
Bu suretle de bu işleri kökünden bozarlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kahrolası insan, ne kadar da nankör!" buyuruyor. (Abese: 17)
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir." (Ahzâb: 72)
İnsan Allah-u Teâlâ'nın verdiği ve vereceği nimetleri düşünmez de, değersiz şeyleri arzu eder ve onların peşinde koşar.
Bunun için bakıyorum; kimi biçiliyor, kimi de kökten çıkarılıyor ve fakat bundan da kimsenin haberi yok.
Bize hizmet gerekir, köşe kapmak değil, yağlı kemiğin ise talibi çoktur. Çünkü onların imanı yoktur, yani imanları suretâdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz." buyuruyorlar.
En büyük aldanma bu noktada, burası kapalı olduğu için kimse farkında değil.
Burada çok anlatmak istediğimiz şey var. İnsan sıfat-ı hayvaniyede, hayvandır ama tanınır. Aynı şekil üzerinde mevcuttur. Cehennem de böyledir, insan yanmıştır kömür olmuştur ama kim olduğu belli. Onun için insan bu sıfat-ı hayvaniyeyi izale etmedikçe insan olamıyor. İnsan-ı kâmil zaten olamıyor.
Öyle bir zamandayız ki; "Adam çok insan az, bulursan ismini yaz!" denilecek bir zamandayız.
Sıfat-ı hayvaniyeyi izale eden bir kimse insan olur. Yâsin sûre-i şerif'indeki;
"Ey insan!" (Yâsin: 1)
Hitabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ait olduğu gibi insanlara hitap edilmiştir.
İnsan kimdir? Bu hitab-ı ilâhi; sıfat-ı hayvaniyi izale etmiş, insan olmuş, artık insan-ı kâmil olmuş, onlaradır.
Allah-u Teâlâ onlara hitap ediyor. "Sen benimle irtibat kurdun, ben de sana hitap ediyorum insan olman şartıyla."
Allah'ım bizi insanlaştırsın. İnsanlık da nasıl olur? Mânevi tekamüliyetle mümkün olur. Bu mânevi tekâmüliyet nefsini tezkiye, ruhunu talim-terbiye suretiyle kalp, ruh, sır, hâfâ ve ahvâ temizlenmiş olacak, murakabaya geçmiş olacak, insan sınıfını geçmeye namzet olacak. Kaç kişi var?
Allah'ım bizi insan ve insan-ı kâmil etsin. Binaenaleyh bu yol, bu yol olduğu için, insanlık üzerinde çalıştığı için, zamanla kâmil olabileceği için, ruh hayat bulacağı için, hayattadır.
Şu gördüğünüz insanların çoğu canlı cenaze. Ruh öleli çok olmuş, ama kalıbı geziyor. Hatta bir mevzu geçti. Bir zât-ı muhterem vefat etmiş. Arkadaşına diyor ki: "İmam efendinin ruhu ölmüş, beni diriltmeye çalışıyor."
Onlar daha hayatta iken ölmüş, canlı cenaze. Kim ki o hale ererse zaten onlar için ölüm yok.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
"Sakın ölü sanmayın, onlar diridirler." (Âl-i imrân: 169)
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
http://www.hakikat.com/dergi/204/bsyz20404.html
SOHBETLERDEN SEÇMELER
Hiç Olan Seviliyor,
Kendisinde Varlık Olan Sevilmiyor:
Süleyman Aleyhisselâm'ın azametine bir bakın, sûrenin adına bir bakın; Neml (karınca) sûresi. Yani Allah-u Teâlâ yok olanı seviyor, var olanı sevmiyor. Büyüklükten O hoşlanmaz. Çünkü O'ndan başka büyük yok. Azameti Süleyman Aleyhisselâm'a vermiş amma orada karıncadan bahsediyor. Yani bununla şunu anlatmak istiyorum: Allah-u Teâlâ var, azameti, şanı, büyük yalnız O. Başka azamet, şan, büyük yok. Yok olanda O tecelli ediyor. Onun için bu ibret size kâfi. Bir Süleyman Aleyhisselâm'a verdiği azamete bakın, bir de surenin ismine bakın. Karınca sûresinde Süleyman Aleyhisselâm...
Şeytanın Hilelerinden Bazıları:
Şeytanın hilesi çoktur. Onun hilelerinden bazılarını size izah etmiştim. Hatta bir defasında Makam-ı İbrahim'de bulunuyordum, baktım sol tarafımda oturuyor. Şeytan olduğunu biliyorum, Allah'ım tanıtıyor. Kaç defa gördümse yine tanıdım. Bu defa para istedi, vermedim. Bir daha istedi, bir daha istedi. Orada hem para verilmez, hem de ona itibar edilmez. Fakat gayesi beni meşgul etmek, huzurdan alıkoymak. Artık o huzursuzluktan kurtulmak için ufak bir para verdim. Sonra kendi kendime hayret ettim. Tanıdığım halde niye ilgi gösterdim diye. Şeytanın hileleri o kadar çoktur.
•
Bir gece ibadet ediyordum. Kıyamda iken bir ses geldi "Sen artık en yüksek makama çıktın!". O anda bu sesin şeytandan geldiği bilindi. Allah-u Teâlâ'nın lütf-u ihsanı, ikramı yetişirse, her şey kolaylaşıyor. Bir an tereddüt ettiğin zaman helâk olursun. Fakat Allah-u Teâlâ daha evvel lütfettiği için, bu sesin şeytana ait olduğunda bir an bile tereddüt edilmedi. Meğer insan ibadet esnasında çok yükseklerde imiş, bundan kimsenin haberi yok. Gayr-i ihtiyari iniş yapmak istedik. Fakat o kadar bilgi sahibi ki, belki inişe geçer diye hesaplamış, ayağımın altına yuvarlakça bir masa hazırlamış. İndiğim zaman ayaklarım o masaya değdi. Daha uçları değer değmez Allah-u Teâlâ onun şeytana ait olduğunu duyurdu. O anda Hazret-i Allah'a sığındım, istediğim yere iniş yaptırdı. Eğer Allah-u Teâlâ'nın lütfu olmasaydı kurtuluş imkânsızdı. Bunların hepsi bir an içinde oluyor. Bu kadar hilekârdır.
"Allah'ım! Hükmünü Sevdir!"
– "Efendim! Geçen gün bir beyanınız vardı: "Birşey istedim, 'Sabret!' dediler. Ânında cevap geldi." buyurdunuz."
– Evet... Çünkü istediğim şey çok mühimdi, durum çok ince ve nâzikti. O anda sabretmem gerektiğini bana duyurdular.
Size gizli bir şey söyleyeyim. Ben her zaman O'nun hükmünü istiyorum. Fakat bir de şöyle diyorum: "Senden isteyenleri bizim önümüze seriyorsun. Burada bir nevi: 'İsteyin!' diye de bir emir çıkıyor. Ben onlara dayanarak senden istiyorum. Amma ben senin iradeni ve hükmünü istiyorum. Çünkü isteyişimde yanılabilirim. 'Niçin istemedin?' demesin diye, buraya dayanarak istiyorum, amma asıl senin hükmünü istiyorum. Benim isteyişim yanlış olabilir.
– Her zaman dersiniz: "Yâ Rabb'i! Benim isteğim şudur ki senin isteğindir, benim arzum şudur ki senin arzundur."
– Hükmün, muradın ne ise onu istiyorum. Ondan gayrısından Allah'ıma sığınırım. Çünkü belki birşey isterim, O da verir, sonra pişman olurum, amma iş işten geçer.
– Bir duânız da şöyle: "Allah'ım! Hükmünü sevdir!"
– Ve onu seviyorum, kendi arzumu değil, Sahibim'in hükmünü seviyorum. O'ndan ne gelirse! Çünkü vallahi beni benden fazla sevdiğini çok iyi biliyorum. Madem ki beni benden fazla sevdiğini biliyorum, benim nefsimle ne ilgim olur?
Çok ince bir husus var, sırat üzerinde yürümek kadar ince bir mevzu: Hakk ile olursan Hakk'ta göçersin, halk ile olursan nereye göçersin?
Yaşatacak Hazret-i Allah, tutacak O'dur, muhafaza edecek O'dur. Seni tuttukça ferahtasın, seni bırakırsa helâktasın. Yani iyilikler O'ndandır. Bu sözü de unutma.
Kul Olabilmek:
Hakk'ın kulu olan, her şeyden yüksek olur. Hakk'ın kulu olabilen her şeyin fevkinde olur.
Ah olabilsem de Allah'ımın kölesi olabilsem, ah olabilsem de Habib'inin kölesi olabilsem. Oldum yok olabilsem...
İçteki En Büyük Düşman:
Bazı insanlar insan olarak halkedildiği halde, kötü alışkanlıklarından, kötü huy ve icraatlardan dolayı sıfatları değişir. Artık o bir sureta insan, aslında hayvan olmuş olur. Canavar şeklinde, yılan şeklinde olur, horoz şeklinde, ayı şeklinde olur. Gidişatına icraatına göre hayvanî bir sıfata bürünür. Öldükleri zaman da o sıfatla dirilirler. Allah'ımız bizi ve bütün Ümmet-i Muhammed'i muhafaza buyursun.
Hiç şüphe yok ki, nefsimiz onlardan daha şiddetli bir düşmandır. Şöyle ki, en büyük düşman nihayet insanın canına kasteder, fakat en büyük rütbe olan şehâdet mertebesine ulaşmaya vesile olur, en büyük iyiliği yapar. Nefis düşmanı ise insanın hayat-ı ebediyesini öldürür, bu daha korkunç. Sonra dış düşmanın karşındadır, siperini tedbirini alabilirsin. Nefiste ise cephe yok. İnsan onu tanıyamazsa o istediği icraatı yapar da insan farkına varmaz. Bu neye benzer? Düşman evin içinde olursa çok korkunçtur, dışında olursa insan tedbirini alır.
Allah'ımız şerrinden muhafaza buyursun.
Hicaz'dan Birkaç Hatıraları:
Hacc deyince; boynun bükük olacak, gözün hep yaşlı, gönlün hep Hakk'ta olacak. Hacı burada olunacak, burada tekâmül edecek, oraya ziyarete gidilecek. Orası feyiz deryasıdır, Makam-ı Mahmud. Onun için edep, edep, edep.
"Orası Hakk pazarıdır!" Bu sözümüzde çok incelikler var. Bir kere Hacc'a niyet eden kimseyle ilgili size bir temsil getirelim. Biz esnafız; el emeğiyle çalışıyoruz ve Hacc parası da elimde mevcut. Hacc'a niyet ettim. O kış hem çalıştım hem de elimdeki para eridi. Ödünç vermedim, bir kimseye bir şey de yapmadım, ama eridi. Niyetim hâlis, ama param yok. Niyetimi bozmuyorum ve inşallah gideceğim diyorum. Hacc'a iki ay kalınca para yavaş yavaş damlamaya başladı. Fakat o kadar inceden inceye dikkat ediyorum ki kılı kırk yarıyorum.
Hacc günü gelince elimdeki Hacc parası tamamlandı. Nereden geldiğini bilmiyorum, ödünç de almadım. Nasıl ki giderken görmedim, gelirken de görmedim.
Sene 1952, yaşım 25, yapayalnız gittim. Niçin yalnız gittim? Yol kapalıydı. Biiznillâhi Teâlâ geçerim niyetiyle gittim. Ankara'ya vardım ve yollar açılacak, dediler. O zaman bekleyeyim dedim. Onlara yardım etmek için ilk on kişinin içerisinde bizi seçtiler. Vizemi aldım ve yola çıktım.
İskenderun'a vardım. Selahattin Geylani adında bir zât vardı, ona gittim ve birinci kafileyle bizi yolladı. Arkadaşım yok, hiçbir şeyim yoktu. Bunlar bizim için mevzu değil. Anladım ki kefeni giymekle iş bitiyormuş. Vaktaki elbiseyi soyuyorsun ihramı giyiyorsun, "Ben kefenimi giydim!" diyorsun, artık işin bitti. Her işin O'na göre olursa halkla işin olmaz, alışverişe girmezsin, çarşıyı pazarı gezmezsin. Hep Hakk ile olursun.
Orası nur beldesi, oranın havasını teneffüs etmek, o nura yakın olmak, nur ile hemhâl olmak ayrı bir âlem. Tabi onun gizli halleri var.
Gençken Kâbe'ye gece yarısı giderdik. Sabah namazını, işrak namazını kılar dönerdik. Çorbamızı içer biraz yatar, uyurduk... Sonra, Duhâ namazını kılmaya tekrar giderdik. Artık oradan hiç çıkmazdık; öğle, ikindi, akşam, yatsı namazını orada kılıp eve dönerdik. Kimse mani olmasın, önümden kimse geçmesin diye mümkünse iki direk arasını tutardım. Mescid-i Nebevi'de ise Ashâb-ı Suffe'de otururdum. Öyle kalırdık, hiçbir yere, çarşıya pazara gitmezdik. Niçin? Oranın ânı kıymetlidir. Yemekle, içmekle, pazarla, pazarlıkla hiçbir işim olmazdı. Oranın hâli, havası ayrı. İslâm orada doğdu ve orada avdet edecek.
Hatta bir temsil anlatayım. Düzce'de bir kasap İsmail var. Bir gün ona bir tüccar demiş ki: "İsmail, Düzce'de bir kimse var, tanıyor musun?"
"Tanıyorum. Komşumdur." demiş.
O adam takip etmiş.
"Yahu! Bu adam hiç mi abdest almıyor? Sabah orada, öğle orada, ikindi orada, akşam orada, yatsı orada, hep orada."
Hayır çıkmıyorum! Çünkü yemek yemediğim için ihtiyacım yok. Yemek canım isterse şeker kırıyorum suyla beraber ekmek alıyorum karnımı doyuruyorum. Niçin? Buraya yemek yemek için gelmedim.
Binaenaleyh size o Hacc'ı ve o Hacc'daki bir sırrı anlatayım:
Delil'in evine de gittim. Yalnızdım. Bir hafta sonra Düzceliler geldi. Oranın Delil'i bizi çok sevmiş. Hacc bitti ve bizi gizlice Medine-i Münevvere'ye göndermek istiyorlar. Çünkü Düzce'nin Hacıları var. Eskiden Kabe-i Muazzama'nın etrafında hep evler vardı. Konyalıların binasının arkasına dayanmış Kabe-i Muazzama'ya bakıyordum. "Kalk, tavafını yap!" dediler. Kalktım, tavafımı yaptım, veda kapısından çıktım ve geldim yine eski yerime oturdum. Çünkü gidecek yerim yok. Hep oradaydım. Akşam vardım, dediler ki:
"Delil her tarafta seni aratıyor."
Ne yapacak? Bilmiyorum!
Gittim. Mansur Bey;"Eşyanı gizlice getir." dedi.
Allah râzı olsun. Allah'ım nur etsin. Bir otobüs ayarlamış. "Seni Medine-i Münevvere'ye göndereceğim, kimse duymasın! Orada rahat edersin. Kimse yokken ziyaretini de yaparsın." dedi ve bizi bir hafta evvel gönderdi.
Binaenaleyh orada gördüğüm esrarın tarifi mümkün değil. Buna amil ne idi? Doğrudan doğruya Hazret-i Allah'a teslim oluşum, helâl para ile gidişim ve arkadaşımın Hakk'ın olmasıdır, halkın olması değil. Yalnız gittim ve yalnız döndüm. Ama o Hacc'ı bir daha yakalayamadım. Sonra Cenâb-ı Hakk bana çok verdi, her sene giderdik, ama o Hacc'ın hâli başkaydı. Çünkü başka zaman arkadaşlarım vardı, şuyum vardı, buyum vardı, ama o zaman Hakk ile idim.
Binaenaleyh anladım ki orası Hakk pazarı halk pazarı değil. Helâl para olacak, rızâ-i bari ile gidilecek. Orada hiçbir şey görülmeyecek ve hiçbir şeye bakmayacaksın. Hele Mekke-i Mükerreme laubaliliği biraz kaldırır, ama Medine-i Münevvere hiç kaldırmaz. Çok edepli olmak lâzım. Bu edep içinde bulunduğun takdirde muhafazadasın. Edepten çıktığın zaman muhafazada değilsin. Bunu burada ölçü bilin. O kadar nazik bir yer.
Helâl para olacak, rızâ için gidip gelinecek, yoksa uydum kalabalığa gidip gelinirse, Hacı oldun mu? Boş! Boş!
Çok ince. İncelerin bir tanesini anlatayım. Bir gün bir meseleden dolayı bir arkadaş bir yere gitti. Onu bekliyordum. Safa ile Merve arasında camlar geniştir, orada namaza durdum. Önümde bir zât var. Benim namaza durduğumu görmüyor, bilmiyor. Azıcık bir yer kalmış, secdeye ihtiyacım var. O zâta azıcık elimle dokundum. Yani müsaade et, secde yapacağım demek istedim.
"Amma da hırçınlaştın!" buyurdular.
Yani, adama şu kadar dedim; "Namazdayım, müsaade et, şurada secde edeyim!" İşte orası böyle bir yer.
Onun için "Hacc'a gittim geldim!" bunlar boş şeyler. Çünkü kabul olunmuş Hacc'ın karşılığında cennet var. Cennet-i Alâ'ya mazhar olmak lâf işi değil. Çok dikkat lâzım, edep lâzım, helâllik lâzım, lâubalilik katiyen kaldırmaz. İnsan gece orada, gündüz orada, çarşı bilmeyecek, pazar bilmeyecek. Bir şey alacaksanız memleketinizde alacaksınız, eve bırakacaksınız, geldiğinizde vereceksiniz. Hediye almakla meşgul olmamalı; hurma, yüzük ve Zemzem müstesna. Burada zaten tesbih çok. Ama pazara çarşıya gitme.
Değmez! Değmez! Ben buraya halk pazarına gelmedim. Zaten benim ihtiyacım olmazdı. Yemem yok, içmem yok. Dediğim gibi icap ederse azıcık şekeri suya katarım ekmekle beraber yerim. Tamam işim bitti. Niçin? Bir daha ya geleceğim, ya gelmeyeceğim. Değmez!
Onun için baktım ki, Hacc hiç zannedildiği gibi değilmiş, çok inceymiş. İhramı giymekle kefeni giydim diyen kazanıyor. Hacc'a geldim diyen boşa gidiyor. Onun için niyet-i haliseyle, helâl parayla, mahviyet içersinde, edep içersinde gidilmesi lâzım.
Hacc'a öz insanların gittiği bir zamanda iki zât konuşuyor.
"Bu sene Hacc'da kaç kişi var?"
"Altı yüz bin kişi var."
"Kaç kişinin Hacc'ı kabul oldu?"
"Altı kişinin."
Altı yüz bin kişiden altı kişinin ki kabul olmuş.
"Fakat Cenâb-ı Hakk o altı kişinin yüzü suyu hürmetine ötekileri de kabul etti."
Hacc deyince akan sular duruyor, ama insan bunun farkında değil. "Hacc"a gittim, hacı oldum geldim!"
Hacc'ın inceliğini Cenâb-ı Hakk duyurursa orada anlarsınız.
Gönül Yolculuğuyla Hacc:
"Yanındayım, Yemen'deyim
Yemen'deyim, yanındayım!"
Efendim bu yaklaşmayı muhabbet sağlıyor, muhabbet onu yaklaştırıyor.
Geçen gün haccı tarif ederken gizli bir noktayı izah ettik. İnsanların bir kısmı şeytanın daveti üzerine, bir kısmı rızâ için Hacc'a gider. Bir de gizli bir Hacc vardır.
Bu gizli Hacc şöyledir. Gitmek için ahı var, fakat parası veya gücü yok. Ama niyeti halis. Allah-u Teâlâ onun bu niyetine göre ona Hacc ve Umre sevabı verir. Bundan başka tayy-i mekânla Hacc'a gidenler de vardır. Allah-u Teâlâ'nın izniyle bir adımda oraya varırlar, ziyaretini ve vazifesini yaparak dönerler. Kimse duymaz, kimse bilmez.
Bir de bundan daha gizli bir Hacc vardır ki gönül yolculuğu ile Hacc'dır. Gönül yolculuğu ile gider, namazını kılar, niyazını yapar, döner gelir ve hiç kimse farkına varmaz. İşte bunlar yol içinde yollardır. Bunlar bilinmeyen şeyler olup, O'nun yaklaştırdığı çektiği kullara mahsustur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mirac-ı Şerif'te nasıl bir anda çıktı? Yalnız Sidre-i Münteha elli bin senelik yol. O ise Sidre-i Münteha'dan sonra daha ne kadar çıktı? İşte bu gizli bir yolculuktur. Yani yol içinde yollar oluğunu, âlem içinde âlem olduğunu duyurmaya çalışıyorum. Rabb'im kendisine yaklaştırmak için ne yollar, ne âlemler lütfetmiş.
•
Hacc öyle bir yerdir ki efendim çarşıya, pazara dalmaya gelmez.
Cenâb-ı Hakk 1952 senesinde bize ilk Hacc'ı nasip ettiğinde. Hacc'da iken birkaç parça hediye aldım. Fakat döndüğümde de pişman oldum ve dedim ki "İnşallah bir daha gidersem, oradan hiçbir şey almayacağım." Cenâb-ı Hakk tekrar nasip etti. Bir gün Ravzâ-i Mutahhara'dan çıkarken ayağıma bir takke takıldı. Ayağıma sürüklendi, ayıp olmasın diye sadece o takkeyi parasını vererek aldım.
Buyurdular ki: "Hani sen bir şey almayacaktın?"
Onun için ne gerek çarşı, pazar, hediye. Hakk ile alışveriş, alışverişlerin en güzelidir.
Allah'ım kabul buyursun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Helâl para ile riyâsız ve Allah'ın rızâsı için Hacc edip, kötü söz, kötü iş yapmadan dönenlerin büyük küçük günahları affolur. Anadan doğmuş gibi günahsız döner." buyuruyorlar. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 756)
Bu ne büyük bir müjdedir.
•
Bir gün Ravza-i Mutahhara'dayım ve şiddetli bir ibtilam var. Ondan üç gün önce de yine Ravza'da büyük bir lütfu ihsan tecelli etmişti. Ama ibtilam çok şiddetli, içim yanıyor, kavruluyordu. Bir ara "Bunu alıverin!" diye niyaz ettim. Bunun üzerine "O geçen günkü lütfu ihsanı da alalım" buyurdular.
"Yok onu almayın o kalsın" dedim.
"O zaman bu ibtilâyı da almayalım" buyurdular. Ben de "Râzıyım almayın!" dedim. Yine de kısa bir süre sonra "Hele Arafat'a bir çık da bakalım" buyurdular. Yani yine bir teselli, umut verdiler.
Burada anlatmaya çalıştığımız, verilen nasıl veriliyor bilesiniz diye. Verilen nur, ateşle veriliyor. Ateşi hazmedersen nura dahil olursun. Ateş kalkar, sen nura dahil olmuş olursun.
Asıl Kardeşlik:
Buradaki kardeşlik yalnız tanışmaktan ibaret, asıl kardeşlik ahirette başlayacak.
Buradaki görüşmeler, buradaki haller orada uzun uzun anlatılacak. Yoksa burada her şey muvakkat. Görüyorsunuz ki yarından emin değiliz, kimin elinde senet var? Fakat muvakkat bir yer olmasına rağmen ahiretin bütün kazancı buradan götürüleceği için ve bir de saha-i imtihan olduğu için çok kıymetlidir. Asıl hayat, asıl kardeşlik orada yaşanacak.
Ümmet-i Muhammed'i öz kardeş bilmek ve sevmek, müslümanların birleşmesini ve çoğalmasını arzu etmek lütfu, Hazret-i Allah'ın kardeşlerimize cidden büyük bir ihsanıdır.
Emanet ve Havale:
Çok sevdiklerimizi daima Hazret-i Allah'a emanet ederiz.
Niçin? Ancak her şey O'nun hıfz-u himayesi ile tutulur.
Sevmediklerimize hiçbir zaman bedduâ etmeyiz de, Hazret-i Allah'a havale ederiz.
Şöyle ki, sevmiyorsa ona gadab eder. Seviyorsa ona rahmet eder. Yani biz onun gadabını istemeyiz Hazret-i Allah'tan...
Fakat gadab etmek istediğine de rahmet dilemeyiz. Her şey Hakk'a bırakılır. Hakk dilediği gibi eyler.
Fitne Harp Gibidir:
Fitne harp gibidir. Düşmana: "Sen bana saldırma!" demeye hakkın yok. O da hücumunu yapacak, sen de hücumunu yapacaksın.
Mücadele ve mücahede böyle olur, kazanç da böyle olur. Fitne ile mücadele edildiği nispette kazanç vardır.
O bir hiç uğruna canını fedâ ediyor. Sen kendini inanmış kabul ediyorsun; hem de fitneden çekinirsen mücadeleyi kaybetmiş olursun.
Allah İçin Sevmek:
Sevenleri sevmekte cidden büyük esrar vardır. Meselâ sevdiğimiz bir insanın yanında hiç görmediğimiz tanımadığımız bir insanı görürsek, onu da seviyoruz. Fakat dostumuzu hiç sevmediğimiz bir düşmanımızın yanında görürsek, ona karşı buğzediyoruz.
Mevlâ'nın dostunu Mevlâ için seversek, belki de hiç beğenilecek tarafımız olmadığı halde, Mevlâ bizi onun yüzü suyu hürmetine sever. Lâkin belki ufak-tefek küçük amellerimiz de olsa, Hazret-i Allah'ın sevmediği bir kimse ile ünsiyet edip muhabbet edersek, muhakkak ki muhabbetini bizden kesiverir.
Bu ölçüyü sıkı tutalım inşaallah.
Misafirlikte Külfet:
Her zaman arz ettiğimiz gibi, bir yere misafir gittiğimiz zaman külfet yapmayalım, yük olmayalım. Yolumuz Hakk yoludur, yeme-içme yolu değildir. Gaye-maksat-menfaat gibi şeyler yoktur.
Bu husus böyle söylenirken, gönül haliyle bu hayatı yaşamayı ister. Nitekim bir defasında İzmir'e gitmiştik. Dâvetli olmamıza rağmen, her zamanki mutadımız üzere bir kenara çekilerek, gideceğimiz eve külfet olmasın diye peynir ekmekle doyunduk. Çünkü biz kalabalığız, orada da birçok kalabalık var. Eve vardığımızda: "Buyrun yemek yiyelim." dediler. Biz kahvaltımızı yaptığımızı söyledik. Eğer öyle yapmasaydık, gittiğimiz yerde tahminen kırk elli kişi vardı, onları bırakıp yemek yemeğe dalacaktık. Sonra o evin hanımı bir gün yemek yapmakla uğraşacak, bir gün de bulaşıkla temizlikle uğraşacak etti iki gün. Bir boğaz için mi bu külfet?
Bir de baktık, bunu böyle yaptığımızdan Mevlâ hoşlanmış! Hiç ummadığımız yerde hoşlanmış Mevlâ... Demek ki insanın O'nu nasıl hoşlandıracağı belli olmuyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müminin müslümanlar üzerinde külfetinin az olduğunu söylemiştir. Onun her söz ve hareketini inceden inceye süzüp tatbik etmeliyiz. Hakiki hayat onun sözlerinin ve yolunun altındadır. Bunu böyle yaparsak yardım da, kolaylık da ihsan edilecek, Hazret-i Allah'ın rızâsını kazanacağız, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yolunda da gitmiş olacağız. Ne kadar güzel!
İbtilâ:
Terakkiyat yolunda bir sâlike ezelî taksimi nispetinde deniz dalgaları gibi ibtilâlar gelir.
O bakımdan senin de hazır olman lâzım. Hangi rüzgâr olursa olsun, hangi imtihana çekilirsen çekil, hangi ibtilâya maruz kalırsan kal; Cenâb-ı Hakk'a sığın, Pirân-ı izam'dan istimdat et, yılma, yıkılma, düşme, sebat et... Azmedersen, Hazret-i Allah da o bütün dalgaları kırar.
•
"Şu ibtilâyı vereceğim, şu mükâfatı da peşinen vereceğim." dese, kul belki çekinir.
Fakat O dilerse hem verir, hem yükler, hem de götürür. Kolay değil, hafsalanın alacağı işler değil, demek istiyoruz.
Bir ibtilâ ki seni Hazret-i Allah'a yaklaştırıyorsa rahmettir, uzaklaştırıyorsa felâkettir. Nefis kendisini haklı çıkarır. "Böyle olmamalıydı." der.
Bunun içindir ki Hazret-i Allah'a sığınmak gerekiyor.
Allah'ım! Ne olur beni bana bırakma. Benim göğe çıkmam için merdiven de yok, yere kaçmak için bir yolum da yok. Mülk senindir, mahlûk da senindir. Sen nasıl takdir edersen, ondan başkası da olacak değil. Ben ister râzı olayım, ister râzı olmayayım. Ona da bakacak değilsin.
Şu halde insan Hazret-i Allah'a yaslanacak, O sana bu lütfu verirse seni kurtarır.
Dikkat ediyoruz ne zaman ibtilâ büyük olacaksa, hemen boğazımızı kesiyorlar. Gelecek ibtilânın büyüklüğünü oradan öğreniyoruz.
İbtilâ acı gibi görünür. Fakat aslında ne kadar tatlıdır, ne kadar güzeldir.
Bazı dostlarımız yalnız diye bize acır, düşmanlarımız sevinir. Bize acıyan dostlarımız ne olur kendilerine acısalar! Çünkü beni benden fazla seven Allah'ım varken, benim için takdir ve hüküm yürütmüşken, dostum beni ne kadar sevebilir?
Gerçekten görüyorum ki, Allah'ım beni benden fazla seviyor. Çok defa uçurumun kenarına geliyorum, eğer beni bana bıraksa mahvolacağım. Beni tutuyor ve kurtarıyor.
Beni benden fazla seven Allah'ım bana kötülük yapar mı?
Hep bal verecek değil ya, bazen de zehir verir. İnsan sabrederse o zehir de bal olur.
Mânevî İşâret:
Hiçbir zaman arzu dalgalarına değil de Mevlâ'nın lütuf emirlerine müteveccih olup, O'nun hükmünü kendi arzularımızdan önde tutmalıyız. Hazret-i Allah bu gibi kimseleri tutar. Diğerlerini tutmaz, çünkü o: "Hayır! Bu böyle olacak!" diyor. Madem ki öyle olacak, öyle olsun deyip, onu kendi haline bırakır.
Fakat bir kul Hazret-i Allah'ın emrine uygun zannıyla hatalı işlere teşebbüs edebilir. O, Mevlâ'ya müteveccih bulunduğu için, Mevlâ ona bir işaret veriyor, o ışıkla önünü görüyor ve yola koyuluyor.
İhvana Öncelik:
İhvan için Hazret-i Allah'tan şunu isteriz:
İhvanı boynuma assın da öyle yürütsün. İhvanı öne, akrabalarımı arkaya asarak yürütsün. Ve Mevlâ onları cennete koysun, beni orada bıraksın, beni yalnız kendisi ile meşgul ettirsin.
Hazret-i Allah ihvan için böyle niyaz ettirmiş, bundan hiç kimsenin haberi olmaz. Bu hâl sırf O'nun ikram ve ihsanıdır.
Yol Kesiciler:
Bir mukallid, birkaç parlak lâf ile bütün hakikati dürmeye çalışır. O kadar parlak sözleri vardır ki, eğer insan azıcık ilimden-hakikatten mahrumsa, onların o parlak sözlerinin cazibesi karşısında çöker gider. O da boşluktadır, tâbi olanlar da boşluktadır. Kopardıkları kimselerin ebedî hayatlarını öldürürler. Mahşerde o da şaşıracak, etrafı da şaşıracak. Ne umdular ne buldular. Amma hiç de kurtuluş yok.
Bunlara meydanı bırakmamak için nasıl uyanık bulunmak gerekiyor.
Efendi Hazretleri: "Kurda kuzuyu kaptırmayalım." buyurmuşlar.
Birbirinizi bırakmayın!
Kuzu ihlâslı ihvana, kurt da şeytana ve şeytanlaşmış insana işarettir.
Boş konuşan bu yıkıcıların tahribatı karşısında bir kardeşin ayağı kayabilir. Bırakma onu. Yardımcı ol ona. Bırakırsan kurt kapar götürür.
Onun için insanın samimi olarak yolda bulunmak isteyenle beraber olması ve beraber ölmesi lâzım ki ahirette beraber çıkabilelim...
Ehl-i hareket iki boş söz söyler, hakikati örtmeye çalışır. Susma karşısında! Kitabı aç, yerini bularak oku. Sen verme cevabı, bırak hakikat konuşsun. Mukallidin hükmü çöksün. Hakikat Hakk'tan geldiği için güneş gibi parlaktır. Hiçbir mukallidin sözü onu ihata edemez. Amma sen açarsan edemez. Açmazsan, meydanı boş bulur, hükmünü yürütüp icraatını yapar.
Ortaklıkta İhlâs:
Yakınlarımızdan iki genç var, bunlar hem abi-kardeş, hem de ortak iş yapıyorlar. Abisi her şeye hâkim, ötekisi köle gibi.
Dün geldi. Sen dedim müteahhitlik yaptın, başkaları ile birçok işler yaptın, seni ıskat ettiler. Hem sermayen gitti, hem de kârın gitti. Bundan bir şey anladın mı? Anlamadın. Sen o işi yaparken niyetini bozmuştun, kardeşine hiç pay vermemiştin. Hazret-i Allah da seni ıskat etti. Hani o senin kardeşindi, hani ortağındı? Senin âkıbetini pek iyi görmüyorum. Sen büyüğüm diye yapıyorsun amma, Hazret-i Allah daha büyük dedim. Bu durumu anlamıyor, menfaat hırsı bunların hepsini örtüyor.
Ona bir temsil de getirdim. İki ortak varmış, birisi rahatsızlanmış bir müddet dükkana gelmemiş. Âfiyet bulup dönünce ortağına: "Ben senden ayrılacağım." demiş. Ortağı sebebini sorduğunda: "Ben şimdiye kadar dikkat ederdim, dükkana karıncalar girerdi, şimdi bakıyorum dükkandan çıkıyorlar. Muhakkak ki ortaklığa bir hile girdi." cevabını vermiş. Bunu duyan ortağı: "Dur söyleyeyim demiş, ben gerçekten hile yapmadım. Yalnız bir defasında eve yumurta göndermem icabetmişti. Büyüklerini kendime, küçüklerini sana gönderdim, bundan olabilir."
Ortaklık bu işte. Böyle ortaklık olursa üçüncü ortak Hazret-i Allah'tır. Hadis-i kudsi'de:
"İki ortaktan biri arkadaşına hiyanet etmedikçe, onların üçüncü ortağı ben olurum. Biri diğerine hiyanet edince ben aralarından çıkarım." buyuruyor. (Ebu Dâvud)
Böyle ortaklık çok iyidir. Ya hakkını vereceksin ya ortak olmayacaksın. En küçük bir hile olursa Hazret-i Allah o işi ilerletmez.
Borca dalmadan tedbirli bir şekilde ne isterseniz yapın. Önümüz pek aydınlık değil.
Ümmet-i Muhammed İçin Duâ:
Abd-i âciz üç nokta üzerinde duâ ederiz:
"Allah'ım ululuğun hakkı için, biricik varlığın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yüzü suyu hürmetine Ümmet-i Muhammed'i affet ve muhafaza et, senin için bu mahlûkuna muhabbet edenleri affet ve muhafaza et, bu fakir-hakir-pürtaksirini de affet ve muhafaza et."
Bu duâyı dilimizden hiç düşürmeyiz. Hatta bazan demek ki aşırı gidiyormuşuz ki bir defasında sert bir ihtar aldık. "Ümmet-i Muhammed'den başkası için el açma!" buyuruldu.
Ümmet-i Muhammed için her el açışta duâ etmeli. Çünkü bir kişiyi affetmesi ile Ümmet-i Muhammed'i affetmesi arasında O'nun indinde hiç fark yoktur.
Güzelliğe Meylin Mânâsı:
Allah-u Teâlâ lâhut âleminde Cemâl-i bâkemâlini gösterdiği zaman ruhlar O'nu müşâhede etmişlerdi. O güzelliğin hayranı oldular, mest oldular. İnsan daima güzelliğe meyyaldir. İnsan bir yeşillik görsün, bir akarsu görsün, bir hayvan görsün, hemen meylediveriyor. Güzel bir insan görülse hoşa gidiyor. İnsanda daha çok câzibe var, çünkü insan kudret eliyle halkedilmiştir. İşte insanların güzelliklere meyletmeleri o mest hâlinden geliyor.
İnsanlar bu güzelliği bir de cennet-i âlâ'da seyredecekler. Şöyle ki: Kadın erkek her Cuma günü Allah-u Teâlâ'nın dâveti üzerine O'nun yüce ziyaretine gidecekler. Nurdan perde kalkacak ve Allah-u Teâlâ'yı dolunayın görüldüğü gibi net olarak görecekler. Herkes kendi hâline göre ayrı ayrı o tecelliyâta mazhar olacak. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönecekler. Eşleri onları neşe ve sevinçle karşılayacak.
Çok ince bir mevzu. Camdan ne zaman tecellî edeceği belli olmaz. O camdan değil, senin camından bakacak. İşte o görünüş Fuat'tadır, evliyâullahta Fuat'ta tecellî eder.
Üç Büyük Lütuf:
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği kulu üzerinde en büyük lütufları nelerdir?
Birincisi; Allah-u Teâlâ'nın sevdiği kulunun üzerinde en büyük lütfu "Kulum!" demesidir. Bir insanın "Ben kulum" demesi kıymet ifade etmez, Yaratan'ın ona: "Kulum!" demesi kıymet ifade eder. Asıl maksat da budur. Bunun için fakir her fırsatta der ki: Ben hâlâ: "Allah'ımın kulu, Habib'inin ümmetiyim." diyemedim. "Allah'ım ne olur, zâtına kul Habib'ine ümmet et!" diye niyaz ediyorum, yalvarıyorum.
Yaratan'ın mahlûkuna: "Kulum!" demesinin yanında İbrahim Aleyhisselâm'a lütfettiği gibi: "Halilim!" demesi, Muhammed Aleyhisselâm'a lütfettiği gibi: "Habibim!" demesi, "Sevgilim!" demesi vardır. Bu beyan devam eder efendiler, kıyamete kadar devam eder. Bu lütuf da yine Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in yüzü suyu hürmetinedir.
İkincisi; Allah-u Teâlâ'nın sevdiği kulunun üzerindeki en büyük lütuflardan birisi de kuluna "Selâm" etmesi'dir.
Meselâ: "Veselâmün alel-mürselin = Peygamberlere selâm olsun!"
Bilen için anlayan için bu ne büyük bir ihsandır. Allah-u Teâlâ hiç ummadığınız bir kula selâm eder. Bütün bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın yüzü suyu hürmetine, onun vârislerine bahşedilen gizli lütuflardır. Çünkü üzerindeki emanet Resulullah Aleyhisselâm'ın emaneti olduğu için, o sevgilinin nurunun üzerinde olduğu için, Allah-u Teâlâ onu bu gizli sırlara mazhar eder. Bir mahlûk için bu, tasavvura sığmayan lütuflardan birisidir. Ve bu lütuf kıyamete kadar devam eder.
Üçüncüsü; bir mahlûkuna en üstün lütuflardan üçüncüsü de, cemâl-i bâkemâli ile müşerref etmesidir.
Diyeceksiniz ki buna imkân var mı?
Var efendim.
Çünkü Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-:
"Ben Allah-u Teâlâ'yı gördüm, başka bir şey görmedim." buyurdu.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in yolunda olanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in yüzü suyu hürmetine, Allah-u Teâlâ lütfuyla kime dilerse ona gösterir.
Bir mahlûk gerçek mânâda Hazret-i Allah ve Resul'ünde fâni olursa, Allah-u Teâlâ dilediği şekilde tecellî eder. Aslında O'ndan başka hiçbir şey yok zaten.
Hakikatimi gördüğüm zaman, itimad edin kendimi zerre kadar değersiz bir mahlûk olarak görüyorum. Gözümle görüyorum, anlatma ile değil.
Hakk'ta Fâni Olmak:
İnsan dediğin şey resimden ibaret. Bunu bilemediği için, O'ndan O'na yakın olduğunu da bilemedi. Vaktâki Allah-u Teâlâ lütfeder, bir mahlûk kendisini ifnâ eder, zerre kadar bir pislik olduğunu gözü ile görürse, o zaman azamet-i ilâhî kendiliğinden husule gelir. İnsan bunu görmezse kendisinde ne kadar varlık bulursa bulsun, Allah-u Teâlâ'ya o kadar perde vardır. Ne kadar perde olup, aslını bulursa azamet-i ilâhîye o kadar meydana çıkar.
Şimdi mühim bir hususu arzedeceğiz. Aslımız bir hayal, vehim. Üzerimizdeki bütün âsâr ve emanetler Sahibimiz'indir. Biz bunu söylerken yalnız ağızla söylüyoruz.
Kim ki Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve emanetini nefse benimserse, o Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve emaneti ile Allah-u Teâlâ'ya satış yapmaya çalışıyor demektir.
Oradaki Dört Çeşit Hali Gördüm:
1- Sıfat-ı hayvaniyedeki insanların durumunu gördüm.
2- Kaynar suyu gördüm.
3- Ateş gibi olanları gördüm.
4- Kömür gibi olanları gördüm.
Hayatta İki Şeyden Çok Korktum:
Bu korku üç gün sinemden çıkmadı. Onu hatırlıyorum. Birisi, bir kadının kabrini gördüğüm zaman duyduğum korku. Bir de sosyetelerin mahşerdeki durumunu gördüm. Bu öyle bir korkunç durum ki. Demek öyle içime sinmiş ki o korku, üç günde ancak içimden çıkabildi.
Birincisi; Hazret-i Allah İle Alay Eden Kadının ve
İlâhi Hükümleri Hiçe Sayanların Kabirdeki Durumu:
Bu kabirde gördüğüm kadının, Hazret-i Allah ile alay ettiğini ben kulağımla duydum. Ve kabrini gösteriyorlar. Kabir nasıl bir durum? Farz-ı muhal yoldan geçiyorum, acaba aşağı yuvarlanıp o kabre düşer miyim diye o kadar korkmuşum. Çünkü kabrin durumu çok korkunç, tarifi mümkün değil, cehennem çukuru... O kadın bu kadın işte. Hazret-i Allah ile alay edenlerin durumu bu. Kadın bu.
Fakat her türlü nefis arzularına kapılıp ilâhi hükümleri hiçe sayanın durumu da böyledir. O da alay ediyor demektir. Ve bunların âkıbeti budur. Tarifi mümkün değil.
İkincisi; İmandan Soyulmuş, Hazret-i Allah'a İsyan Etmiş
Nefs-i Emmare'nin Yolunu Tercih Etmiş Sosyetenin Durumu:
Bana bunların durumu gösterildi, şöyle ki:
Bir yol var. Bu yoldan vuran karşıya geçecek, ama orada büyük bir su var, suyun ortasında ise sudan bir değirmen var, çark var. Bu suya vuran orta yerde bulunan o çarka geliyor su bir bulanıyor, bir bulanıyor giren boğuluyor, giren boğuluyor. Karşı tarafa bir tanesi geçemiyor.
Yani bu yoldan vurup karşıya geçilecek, fakat ortaya geldiği zaman o su bir dönüyor, değirmen gibi öğütüp gidiyor, öğütüp gidiyor, öğütüp gidiyor; boğup gidiyor, boğup gidiyor. Ve bunu gözümle bir bir, bir bir seyrederken içime bir korku sinmiş. O kadar sinmiş ki, onun için Allah'ıma sığınırım. "Bu da sosyetelerin durumu." Öyle buyurdular, "Bunlar da sosyetelerdir." Çünkü sosyete demek; imandan soyulmuş, nefs-i emmare'nin yolunu tercih etmiş, Hazret-i Allah'a isyan etmiş, O'na hasım kesilmiş ve âkıbeti de bu olmuş.
Gözümle görüyorum. Hem okuyorum, hem Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla gözümle gördüğüm şeyler çok büyük tesir yapıyor. Diğerlerine niye yapmıyor? Onlar kokluyor.
Allah'ım bizi okuyanlardan, idrak edenlerden etsin de, koklayanlardan etmesin.
Kibir Pisliktir:
Evvela ayân-ı sabiteyi hâlketti. Yani insanın özünü hâlketti. O kadar küçük ki, zerre kadar küçük.
Bu ayân-ı sabiteyi dilediği şekilden şekle geçirdi. Nutfeye de dikkat edersek kirli bir su. İnsanın üzerine gelse yıkanması lâzım, fakat o kerih suyu Allah-u Teâlâ şekilden şekile geçirdikten sonra;
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir." buyurdu. (Müminûn: 14)
Şimdi burada iki şeyin üzerinde durmaya çalışıyorum:
Birincisi; "Ey insan senin aslını nerede ve nasıl hâlketti?"
Ama ne güzel surete çevirdi. O ne kadar güzel Yaratıcı'dır.
Binaenaleyh insan aslını düşünebilse hiçbir zaman kibirlilik yapmaz. Kibirlilik bir pisliktir.
Çok gençtim, merak ettim, şimdi olsa soramam.
"Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet'e giremez." (Müslim)
Hadis-i şerif'ini görünce; "Ya rabbe'l-âlemin! Kibir nedir?" diyorum.
"Pisliktir." buyuruldu. Tamam öğrendik. Allah'ım pisliğin kendisinden de, kokusundan da, her şeyinden korusun.
Binaenaleyh insan kendisini düşünse hiç kibirlenmez. Aslı bir pislikten ibaret. Fakat Halik-u Azimüşşan'ın azâmetini düşündüğü zaman, o bir damla pisliği ne hale çevirdi. Göz verdi, kulak verdi, azalar döşedi, yerli yerine koydu. Sonsuz ihsanlar karşısında mahlûk isyan ederse durumu ne olur? Onun için Rabb'im;
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Âyet-i kerime'si mucibince bizi böyle o bir damla kerih sudan bu hale getirdi ve bu sahneye imtihan için koydu.
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi apaçık hasım kesilmektedir." buyurdu. (Yâsin: 77)
Allah'ım hidayetimizi ihsan buyursun. İmanımızı kemâl etsin. Bizim âkıbetimizi hayırlı etsin. İlmiyle, hilmiyle, kudsi ruh ile desteklesin ve bizi nankörlerden etmesin.
Ama burada iki şey var; aslın nedir, Halik-u Azimüşşan kimdir? Bunu insan kavradı mı işi kavrar.
Cennet Anaların Ayağı Altındadır:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyorlar ki:
"Cennet anaların ayağı altındadır."
Bizim anneye ilgi göstermemiz lâzım. Annemin kalp, karaciğer, nefes darlığı üç ağır hastalığı vardı. Ona elimden gelirse kız gibi hizmet etmeye çalışırdım, üzmemeye, darıltmamaya. Çok çalışıyorduk, bizim mesleğimiz çok ağır. Eve geliyorum, Cuma banyosunu yapıyorum, yemeğimi yiyorum, Cuma namazımı kılıyorum, işe gidiyorum. Bir Cuma günü geldim. Banyomu yapacağım, yemeğimi yiyeceğim, namaza gideceğim.
Annem dedi ki: "Oğlum misafirler yeni kalktılar, gittiler. Şuraya otur. Ben senin suyunu ısıtırım, yemeğini yersin, namaza yetişirsin."
İyi, güzel, ama nefis beni dürttü. Anneme hayır demedim. Ben gideyim az sonra gelirim. Gittim. Dükkânda çalışırken sayayı tuttum olduğu yerde deri koptu. Sübhanallah. Bu vaki değil. Hemen olduğu gibi bıraktım. Onun otur dediği yere gittim oturdum. Banyomu yaptım, yemeğimi yedim, cemaatle namazıma yetiştim.
Yol Allah Yolu!
Efendilerimiz bu yolu Allah yolu diye tertemiz bırakmışlar. Şahsın ismi geçmemeli, bunu şahsa maletmemeli.
Cenâb-ı Hakk bir mahlûkunu kölelik şerefine nail ederse, ondan daha büyük fazilet yoktur. İkinci bir isim takmak bize çok acaip geliyor.
Bunun içindir ki sırası geldikçe size arzediyoruz. "Elimden gelse ismimi değil cismimi de kazıyacağım." diye.
Ad yapıp çığır açmayın. Yol Allah'ındır, dilediğine verir. Bölücülükten tefrikadan çok çekinin. Birçok insanların böyle helâk olduğunu gördüm ve görüyorum.
Meselâ bir gurup çıkmış, o muhterem hocaefendinin yolundan ayrılmışlar. Hiç kimseyi vekil bırakmadığı için, mebus seçer gibi reyle seçmişler.
Bölücülükten çok çekindiğimizden, böyle hadiselere meydan vermemek için tedbir mahiyetinde bunları söylüyoruz. Yoksa Hazret-i Allah nasıl murad etmişse öyle yapar.
Yol Ne Güzel, Yolcusu Ne Güzel:
Geçenlerde bir kardeşimiz geldi; "Ben ev aldım dayadım döşedim. Bir kilogram altınım arttı. Onu da ahiret hazinesi için bıraktım." dedi ve buraya getirdi.
İyi güzel, kabul ettim, ama bana altın lâzım değil. Bu altın sana lâzım olacak. Aldım kabul ettim, dedim ve sonra iade ettim.
"Bununla iş yap!" dedim.
Şimdi iş yapıyor onunla. Onun için "Yol ne güzel, yolcusu ne güzel."
Bu kardeş niyet-i haliseyle verdi, ama çok iyi yaptı. Bolluğa bir temel attı. Yoksa bize para lâzım değil. Bize ne para lâzım ne altın lâzım. Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız yok.
Yolun Kıymeti:
Allah-u Teâlâ'nın bulundurduğu bu yolu siz ahirette anlayacaksınız. Şimdi hakikaten ne kadar söylesek az. Cenâb-ı Hakk'ın ayırdığını gördüğünüz zaman "Az!" dersiniz, Rabb'im bizi nereye koymuş... Ashâb-ı kiram'ın tarifi mümkün değil.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kardeşlerimi görmeyi ne kadar isterdim." buyuruyor ve iştiyâkından ağlıyor. O günden bugüne 1400 yıl geçmiş. O nuru aksettirmiş. O zamanla bu zaman hiç farkı yok. Onun için en büyük şeref budur. Bulunmaz bir deryadasınız. Bilmiyorsunuz. Siz bunu ancak ahirette anlarsınız. Hakikaten bir şeyler söylemek istiyordu amma bunu duyurması mümkün değildi, dersiniz.
Bizim Yolumuz Nezafet Yoludur:
Her gelenle hoş ol. Misafir senin yüzüne bakar. Yüzün gülerse, halin hoşsa hoşlanır. Zaten Merhaba'nın manası budur. Hoş geldin, müsterih ol, serbest ol, eminsiniz, rahat et manalarına gelir Merhaba. Onun için güler yüz, tatlı dil, güzel alâka yolun icabıdır.
Bizim yolumuz nezafet yoludur, bizim yolumuz edep yoludur, bizim yolumuz kardeşlik yoludur. Herkesi hoş, kendini boş gör.
Onun için fakir der ki: "Bu yolda düşünceye kadar, hasta oldum demek yok."
Allah yolu olduğu için düşünceye kadar yok. Ashâb-ı kiram'a bir bak, numuneyi ondan al. Nasıl çalıştılar? Hazret-i Allah ve Resul'ünün uğruna nasıl canlarını feda ettiler seve seve. Onun için bunlar bize numune.
Hep deriz ki; yoruluncaya kadar değil, yıkılıncaya kadar, yıkılıncaya kadar değil, ölünceye kadar hizmet...
•
Bizim kendimizi kitaplardaki tarifimiz şöyledir:
Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım. Varlık için Hazret-i Allah ve Resul'ü yeter, ziynet için Hazret-i Kur'an yeter, şeref için İslâm dini'nin şerefi yeter.
Bize bu gerek efendim. Varlık, varlık satanların olsun. Çünkü onlar o varlık putu ile ayakta duruyor. O varlık putunu indirirlerse zaten bir şeyleri kalmayacak. Allah'ım bizleri varlığını ifna edip kendi varlığı ile yaşattığı kullardan etsin.
•
Allah'ım numune etsin. Askerde şube askeriydim. Mektup yazmak için kullandığım kâğıdı yerine koyardım. Ben buradan kâğıt harcadım, mürekkep harcadım burada benim hakkım yok derdim. Devlet malı diye düşünürdüm. Kimseye söylemeden çarşıdan kâğıt alır ve oraya koyardım. Bunu bana Rabb'im yaptırıyordu. Bu devletin malıdır, bunu benim kullanmaya hakkım yok diye düşünürdüm.
•
Size her zaman söylüyorum; Sahib'imin bana çok büyük iki lütfu var. Birisi ihsan ediyor, gösteriyor, bildiriyor, lütfediyor.
Diğeri ise muhafaza ediyor, tutuyor, hududu aştırmıyor.
Bu çok mühimdir. Lütfedip muhafaza etmezse, tutmaz ise hududu aşarsın helâk olursun. Yalnız muhafaza ederse kendinde kalırsın icraatın olmaz. Korursa korunursun. Niçin? O koruduğu için. Çok ince bir iş.
Bu sebeple çalışmak için lütufta bulunuyor, muhafaza ederek de yine O koruyor.
Bunu ifade etmek için fakir iki kelime kullanır. Hıfz-u himaye, tasarruf-u ilâhiye. O seni koruyacak, O seni yürütecek, O seni kurtaracak ki sen de kurtulmuş olacaksın.
Bugün kurtuldum diye bir şey yok. Yediğimiz haram, giydiğimiz haram, baktığımız yerler haram. Bu haramların içinde hayatın bulunması, ancak O'nunla kaim.
•
Hani "Sırat köprüsü kıldan incedir" denir ya; sırat köprüsü dünyadadır. Ahkâm-ı ilâhiye'ye inceden inceye dikkat edersen, senin için ahirette sırat köprüsü yok. Evet cehennemden geçeceksin ama kimisi şimşek hızıyla, kimisi göz kırpacak kadar az zamanda, kimisi de yıldırım hızıyla geçecek. Bunlar cehennemi de, sırat köprüsünü de görmezler. Ayağını basar ve öteki tarafa geçerler. Ama ahkâm-ı ilâhiye'ye dikkat etmeyen, şüphe eden, nefsine dalan ayağını basar ve kayar.
Allah-u Teâlâ'nın yakın kulları cennet-i alâya girince, melekler sorar:
"Anlatın bakalım; mizan nedir, sırat nedir?" Onlar "Biz bunları görmedik" diye cevap verirler.
Demek ki onlar buraya tabi tutulmamışlar. Yani onlara "Siz imtihanınızı verdiniz, geçin!" denilmiş. Onlar sırattan geçmiştir ama geçtiğinin farkında değildir, bilmiyorlar. Bu çok mühimdir.
•
Bizim hayatımız şuna benzer. Bir insan bir evden diğer bir eve taşınırken, bütün eşyalarını taşır. Eski evde hiçbir şey kalmaz, sadece bir ceketi vardır. Çağırdıkları zaman gelir ceketini alıp, gider. Benim dünyada kalmamla ahirete göçmemin durumu budur. Şu, bu hayır! Bir ceketim var, çağırdıkları zaman alır çıkarım. Elhamdülillâh... Allah'ım beni dünyaya bağlamamış, hiçbir ilgim yok. Her şeyi vermiş ama O'ndan gayrisini yaşatmamış. Benim için ne mal, ne para, ne kadın; hayır! Benim sadece ceketim var, ceketi alıp giderim. Onun için değmez efendim.
•
Hazret-i Allah ve Resul'ü, bir kişiyi öne sürerse, ona karşı gelen Hazret-i Allah'a ve Resul'üne karşı gelmiştir. Cenâb-ı Hakk onun işini bitirir; artık onun ruhu ölüdür, yaşayan nefistir. Fakat Hazret-i Allah ve Resul'ünün tayin etmediği bir kişi de öne geçerse, tıpkı yalancı peygamber gibi sahtekârdır, riyâkârdır.
•
Kitaplarımızı içten okuyan, aynı bizi görmüş gibidir. Çünkü râbıta, verilen şeyin intikalidir, kendisine çekmektir. Kitapları içten okuma da böyledir. Bu zâhiri râbıta, ötekisi bâtını râbıta olup verileni üzerine çekmektir. Mürşid ile mürid arasındaki intikaldir.
Cehennem'de Görülen İki Hâl:
İmam dediklerinden, önder dediklerinden bir kişiyi göstermeyi murad etmiş. Dünyadaki durumu değil, cehennemdeki durumunu gösteriyorlar. Gözlerim sıfatına daldı. O kadar acaip bir sıfat ki, sıfatını söyleyemeyeceğim. Fakat gözlerim dalınca "Tüylüdür tüylüdür!" dediler.
Bir de baktım ki çok tüylü ve inanın her tüyünden lânet akıyordu. Kendi asıl yerinde biraz durdu, sonra gitti. Halkın içine mi çıksa o sıfatla, yerinde mi yatsa o sıfatla.
İtimad edin görmek istemedim. Fakat Allah-u Teâlâ göstermeyi murad etmiş. Kim olduğunu ifşâ etmeyeceğim, çünkü ifşâ mânen yasaktır.
Onları biliyordum. Niçin biliyordum? Çünkü Hazret-i Allah'ın Âyet-i kerime'lerine inanmıştım.
Bir de cehennemde kaynar suya atılma var. Bir kişi için merak etmiştim, kaynar suya nasıl atılır diye, sonra gösterdiler.
Kaynar suya atıldı, çıktıktan sonra baktım ki, bütün kemikleri soyulmuş, elbiseyi ipe asar gibi astılar. Artık o acı binlerce sene olsa unutulmaz. Bundan sonra bir de cehenneme atılma var.
Hakk Akıtacak ki...
Öyle anlarımız oluyorki, o anda artık ne söylemeli ne de dinlemeliyiz. Sohbete her zaman durumumuz müsait olmuyor. Daha doğrusu Hakk akıtacak ki, akıttığından istifade edilsin.
O not dediğin şey akıtıldığı zaman gelir. Yoksa insanın kendisinde hiçbir şey yok. Yok ki aksın.
Bir Yıl Öncesinden İfşa Edilen
Kıbrıs Harekatı:
Kıbrıs Harekatı'nın olduğu gün sevenlerinden bir kardeş küçük bir cep radyosu getirmiş, haber dinlemek için açmışlar. Zât-ı âlileri o anda işi bırakmış, sağ elini alnına koymuş, gözlerinden şapır şapır yaşlar gelmiş.
Haberi beraber dinledikleri sevenleri de duygulanmışlar.
Bir ara Hacı Celal Efendi gelmiş, telaşlı telaşlı:
"Hacı Efendi! Savaş başladı!" demiş.
Zât-ı âlileri; oradakilere şöyle buyurmuşlar:
"Hacı Celal Efendi'nin telâşını size şöyle arz edelim:
Bu sene Hacc'da Kâbe-i Muazama'ya bakıyorduk. Bir ara perde açıldı, Allah-u Teâlâ Türk-Yunan savaşı sahnesi gösterdi. Yanımızda Hacı Celal Efendi vardı, ona bu harbin olacağını ifşâ etmiştik.
Adam Çok İnsan Az,
Bulursan İsmini Yaz:
Adam olmak kolay, ama adamı insan yapmak zor. Bugün adam çok insan az, bulursan ismini yaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Andolsun ki biz Âdemoğulları'nı üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." buyuruyor. (İsrâ: 70)
Mükerrem insan kimdir?
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için suretâ insandırlar, icraatları hep hayvanîdir.
Bu suretle de bu işleri kökünden bozarlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kahrolası insan, ne kadar da nankör!" buyuruyor. (Abese: 17)
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir." (Ahzâb: 72)
İnsan Allah-u Teâlâ'nın verdiği ve vereceği nimetleri düşünmez de, değersiz şeyleri arzu eder ve onların peşinde koşar.
Bunun için bakıyorum; kimi biçiliyor, kimi de kökten çıkarılıyor ve fakat bundan da kimsenin haberi yok.
Bize hizmet gerekir, köşe kapmak değil, yağlı kemiğin ise talibi çoktur. Çünkü onların imanı yoktur, yani imanları suretâdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz." buyuruyorlar.
En büyük aldanma bu noktada, burası kapalı olduğu için kimse farkında değil.
Burada çok anlatmak istediğimiz şey var. İnsan sıfat-ı hayvaniyede, hayvandır ama tanınır. Aynı şekil üzerinde mevcuttur. Cehennem de böyledir, insan yanmıştır kömür olmuştur ama kim olduğu belli. Onun için insan bu sıfat-ı hayvaniyeyi izale etmedikçe insan olamıyor. İnsan-ı kâmil zaten olamıyor.
Öyle bir zamandayız ki; "Adam çok insan az, bulursan ismini yaz!" denilecek bir zamandayız.
Sıfat-ı hayvaniyeyi izale eden bir kimse insan olur. Yâsin sûre-i şerif'indeki;
"Ey insan!" (Yâsin: 1)
Hitabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ait olduğu gibi insanlara hitap edilmiştir.
İnsan kimdir? Bu hitab-ı ilâhi; sıfat-ı hayvaniyi izale etmiş, insan olmuş, artık insan-ı kâmil olmuş, onlaradır.
Allah-u Teâlâ onlara hitap ediyor. "Sen benimle irtibat kurdun, ben de sana hitap ediyorum insan olman şartıyla."
Allah'ım bizi insanlaştırsın. İnsanlık da nasıl olur? Mânevi tekamüliyetle mümkün olur. Bu mânevi tekâmüliyet nefsini tezkiye, ruhunu talim-terbiye suretiyle kalp, ruh, sır, hâfâ ve ahvâ temizlenmiş olacak, murakabaya geçmiş olacak, insan sınıfını geçmeye namzet olacak. Kaç kişi var?
Allah'ım bizi insan ve insan-ı kâmil etsin. Binaenaleyh bu yol, bu yol olduğu için, insanlık üzerinde çalıştığı için, zamanla kâmil olabileceği için, ruh hayat bulacağı için, hayattadır.
Şu gördüğünüz insanların çoğu canlı cenaze. Ruh öleli çok olmuş, ama kalıbı geziyor. Hatta bir mevzu geçti. Bir zât-ı muhterem vefat etmiş. Arkadaşına diyor ki: "İmam efendinin ruhu ölmüş, beni diriltmeye çalışıyor."
Onlar daha hayatta iken ölmüş, canlı cenaze. Kim ki o hale ererse zaten onlar için ölüm yok.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
"Sakın ölü sanmayın, onlar diridirler." (Âl-i imrân: 169)
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
http://www.hakikat.com/dergi/204/bsyz20404.html