YAŞANARAK KALEME DÖKÜLEN
HUSUSİ VE UMUMİ
HÂL VE HATIRALAR
Mahviyetin En Âlâsı:
Fıtratı icabı beğenmediği hususların çok olduğunu, herkesi tenkit ettiğini, bu sebeple de herkesin kendisine cephe aldığını söyleyen bir kardeşe sözleri:
"Ben hayatta kendimden küçüğünü bilmiyorum ki küçümseyeyim. Kendimden daha ayıbını görmüyorum ki ayıplayayım."
Bir beyanları; "Herkesi hoş, kendimi boş bilirim!"
Bursa Ziyaretleri Sırasında
Görülen Mânevi Hâller:
Efendi Hazretlerimiz Bursa'ya geldiklerinde, Emir Sultan -kuddise sırruh-, Molla Hayâli -kuddise sırruh-, İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- ve Üftade -kuddise sırruh- Hazretleri ile Osman Gazi ve Orhan Gazi Hazretleri'ne uğrarlardı.
Bir seferinde Bursa'da bir kardeşimiz ile beraber Osman Gazi ve Orhan Gazi'nin türbelerini ziyaret etmişlerdi. Kardeşimiz yaşadıklarını şöyle naklettiler.
Osman Gazi Hazretleri'nin ziyareti yapılıp Orhan Gazi Hazretleri'nin türbesine 2-3 metre kala ziyaret yaparken hemen arkasında iki zât-ı muhterem bir anda belirdi. Onların biri uzuna yakın, biri orta boylu idi. Duâları esnasında onlar da duâ etmeye başladılar. Efendi Hazretleri duâsını bitirdikten sonra o iki zât ellerini öpmek istediler, Efendi Hazretleri öptürmedi, musafaha yaptı.
Bu zâtlar daha sonra Orhan Gazi türbesine girdiler, ben kim bunlar diye bakayım derken, mübarekleri bırakmayım dedim ve geri döndüm, döndüğümde Efendi Hazretleri'nin önünde yaşlı bir zât ile yanında orta yaşlı bir genç duruyordu. O yaşlı zât mübareğe ismini sordu, çok mütevazi şekilde "Ömer" dedi. O yaşlı zât ona koku ikram etti. O da ona "Nerelisin?" dedi ama cevabı tam hatırlamıyorum.
Daha sonra bir sohbet anında o iki zâtın uzun boylu olanının Orhan Gazi ve orta boylu olanının Osman Gazi olduğunu, o koku süren yaşlı zâtın da İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri olduğunu söylemişlerdi. O da orta boylu nurlu bir zâttı. Bize de koku sürmüştü.
Bu hâl ile ilgili olarak ziyaretine gelen bazı kardeşlerimize olayı anlatmışlar ve akâbinde şöyle buyurmuşlardı:
"Bu zâtlar Osman Gazi ve Orhan Gazi'dir, biz onları ziyarete geldik, onlar da bizi ziyarete gelmişler."
Emir ile değişik zamanlarda yapılan bu tür ziyaretlerinde, hep mânevi hâller yaşanmış, bu yaşanılan mânevi hâlleri bazen yanında götürdükleri kardeşlerimize ifşa etmişler, bazen de ziyaret bittikten sonra yaptıkları görüşmeleri izah edip, kendileri ile ilgili mevzulardan veyahut bazı olaylardan haber verdiklerini beyan etmişlerdir.
Mâlum Olan Yiyeceğin İkrâmı:
Bir kardeşimiz ziyarete geleceği sabah önüne bir tabak çilek koymuş, tam yiyeceği sırada nefsinin arzusunu kırmak için vazgeçmiş. Ziyarete geldiklerinde Zât-ı devletleri mutfağa geçmişler ve bir tabak çilekle gelmişler. "Bunun hepsini bitireceksiniz!" buyurmuşlar. Kardeşimiz bir taraftan yerken bir taraftan da sabahki durumu anlatmaktan kendini alamamış. Gülmüşler. Daha sonra gayr-i ihtiyâri bir çok ifşaatlar geçmiş. Kardeşimizden bunları duyan bir başka ihvan, hatıra olarak kaydetmek maksadıyla bu mevzuyu arzettiğinde buyurdular ki:
"Bu yolun önderlerinin durumunu ihvan bilse, akılları almaz. Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz: ‘Sizin perhize gücünüz yetmez. Sizin riyâzetinizi biz yaptık.' buyurmuşlar.
O gün gayr-i ihtiyâri ağzımızdan çıktı. Bizim kaç gün aç, kaç gün susuz kaldığımızdan kimsenin haberi olmaz. Sonra bu yapılan işler, yine büyüklerin himmeti ile olur.
Meselâ Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz şöyle buyururlar:
"Büyüklerden bir zâtla görüştüm. ‘Bahaddin! Seni bugün iyilerin içinde görüyorum.' dedi. ‘Himmet buyurun olur inşaallah.' dedim. ‘Tenha bir yerde nefsini çekip aç dur.' buyurdu. Bir gün dağın eteğine çekildim, orada üç gün aç kaldım. Üç gün sonra şu şu hadiselerle karşılaştım. Bunu kendim yapmak istediğim zaman muvaffak olamadım da, himmet buyurduklarında her şey kolaylaşıyor."
Onun için himmete dayanıyor efendim bu işler."
Gelmesini İstemedikleri Halde
Gelenlerin Hediye Edilmesi:
Düzce'deki hânelerinde idiler. Bir bayram günü idi. Ziyarete gelenlerden birkaçı birer kutu şekerleme getirip hemen girişteki masaya koymuşlar. Orada bulunan bir kardeşimize: "Bunları buradan kaldırın, gelenler hep böyle oluyor zanneder" buyurarak böyle bir alışkanlığın olmamasını rica etmişlerdir.
Yıllar öncesinden Zât-ı âlileri'ni tanıyan merhum Hamdi Bey şöyle anlatırlar:
"Bir gün iki elinde büyükçe iki paketle bizim dükkâna geldiler. İşimin olup olmadığını sordular. Bir yere kadar gidip geleceklerini söylediler. Benim de durumum müsait olduğu için, beraberce Konuralp, Üskübü'deki Verem Hastanesi'ne gittik.
Hastaneye girdiğimizde paketleri açtılar. İkisinde de kutu kutu, paketlenmiş lokum, şeker vs. vardı, onları hastaların kaldığı koğuşlardan her birine birer tane dağıtarak ve hastalarla biraz sohbet ederek, hediye ettikten sonra tekrar beraber döndük."
İşaret Edilen Adapazarı'nın
Günümüzdeki Hâli:
1985 yılında Zât-ı âlileri şöyle buyurmuşlardı:
"Adapazarı'na sık sık uğramak niyetindeyiz.
Ayağımızı inşaallah çekmeyeceğiz.
Çok büyük istikbâl görüyoruz, mânevî istidat var."
Ve zamanla Adapazarı'nda Vakıf kuruldu, vakfın merkez yeri oldu. Nice hikmetler husule geldi.
Bugün de Zât-ı âlileri orada bulunuyorlar.
Sizi Buraya Çekmeye Çalışıyorduk...
Gölcükten rahmetli Hayrettin Efendi'nin bir hatırası:
Perşembe akşamları mübareklerin evinde ders olurdu. Biz de Gölcük'ten bazı zamanlar katılırdık. Bir perşembe günü Düzce'ye doğru yola çıktım. Evlerine gelip, kapıyı çaldım, fakat ne açan var ne de gelen. Bekledim. Ama hiç kimse gelmiyordu. Ders mutlaka var ama kim bilir nereye gittiler ve nerede yapıyorlardı. Tabi o zaman ne cep telefonu var, ne de başka bir şekilde iletişim. Sanki bütün Düzce başımın üzerine yıkıldı, çok üzüldüm. Yapacak hiçbir şey yoktu ve tekrar geri Gölcük'e dönecektim.
Yol kenarından gidiyorum, aklım başımda değil, büyük bir üzüntü içindeyim. Bu hâlle yürürken arkamdan bir araba gelerek hafif bir şekilde bana çarpttı. Bu çarpma esnasında ben bir bahçe kapısından içeri doğru düştüm, yuvarlandım. Bir de baktım ki sesler geliyor, bir sürü ayakkabı var. Yavaş, yavaş evin kapısına doğru gittim ve kapı aralığından mübarekleri ve kardeşleri gördüm. Öyle sevindim ki. Elleriyle bana "Gel, gel!" işareti yapıyorlardı.
Yanlarına doğru oturdum, bana;
"Hacı efendi buyrun, gelin oturun, derse devam edelim. Şimdiye kadar sizi buraya çekmeye çalışıyorduk, buyrun oturun da devam etsin!" buyurdular.
Evlerine gelmem onlara mâlum olmuş ki, bizi bazı sebepleri vesile kılarak buraya kadar çekmişler.
Bulduran Rabb'ime şükürler olsun.
Beyaz Üzerine, Yeşil Çizgi:
İstanbul'dan bir kardeşimizin hatırası:
1991'li yıllarda Efendi Hazretlerimiz'i yeni tanımıştım. O aralar okuduğum bir kitapta, Osmanlı zamanındaki tasavvuf yaşantısından bahsediyordu. Tasavvuf ehli zâtların her bir hocanın bağlılarının farklı renkli hırkalar giydikleri anlatılıyordu. İşte kimilerinin beyaz hırka, kimilerinin siyah hırka vs. giydikleri, bu sayede kim hangi hocanın talebesi olduğu sormadan belli oluyordu.
Bu hâl dışında bir de Seyid olan zâtların taşıdıkları sarıkların üzerine yeşil bir sargı, kurdela misali ince bir bez ile beyaz üzerine yeşil çizgi ile ayrıldıkları ve halkın bu zâtları görünce Seyid olduğunu anlayıp, ona göre hürmet gösterdikleri yazıyordu.
Günümüzde böyle bir durum olmadığı için, gayr-i ihtiyari gönlümden; "Efendi Hazretlerimiz de Seyid, fakat dışarıda sarık takmadıkları için, bu yeşil çizgi durumu nasıl olurdu?" diye geçti.
O hafta Vakfımıza Cuma namazına gittik. Cemaat yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı, biz de ön safta oturuyorduk. Bu arada Efendi Hazretlerimiz üzerinde beyaz bir cübbe olduğu halde geldiler ve ön safta oturdular. Fakat bu geliş öyle bir gelişti ki, gönlümün içerisinde gezen o yeşil çizgilere bir cevap niteliğinde bir gelişti. Çünkü giydikleri beyaz cübbenin kollarında birer şerit halinde yeşil çizgiler vardı. Fakat ondan sonraki yıllarda bir daha böyle bir cübbesini görmedim.
Efendimiz o gün bize karşı bir keramet göstermişlerdi. Tabii ki bu gönülden geçen duygu Zât-ı âlileri'ne malûm olmuş, seyyidliğinde şüphe olmayan Efendimiz, yine de sevenlerine bu hali tezahür ettirmişlerdi.
Kardeş Ciğerinden Rahatsız!
Zât-ı âlileri her sabah misafir kabul ettikleri odalarına inerler ve orada misafirleriyle görüşürlerdi. Yine bir sabah ellerinde küçük bir kavanoz olduğu halde aşağı iniyorlar. Orada görevli bulunanlara; "Bu kavanoz İstanbul'dan filân kardeşe gidecek. Kardeşimiz ciğerlerinden rahatsız!" buyuruyorlar.
Kavanoz işaret ettikleri kardeşe geliyor. Tabi görünüşte herhangi bir rahatsızlık görünmüyor fakat, yapılan tahlil ve tetkikler sonrası ve ortaya çıkan rahatsızlığı sonucu "Karaciğerinden rahatsız olduğu" anlaşılıyor.
Zât-ı âlilerine mânen bildirilen rahatsızlıktan, kardeşimiz ancak tetkiklerden sonra haberi oluyor. Kavanozda gönderilen terkip ile belki nelerin önüne geçildiğini Allah bilir.
Her haliyle ihvanını düşünen, zahiren ve batınen ihvanı ile ilgilenen, her hallerine nazar edip gerektiği zaman ifşa eden Efendi Hazretlerimiz'in bir kerametleri daha ortaya çıkıyor.
Bir Daha Belki Böyle
Bir Hâli Bulamaz!
Düzce'den bir kardeşimizin yıllar yıllı hafızasından çıkmayan bir hatırası:
Kardeşim çok rahatsızdı, rahatsızlığı ilerledi ve hastaneye yatırıldı.
Efendi Hazretleri hastaneye ziyarete geldiler. Yanında oturdular, bir müddet durdular ve akabinde bize dönerek; "Hacı Efendi! Soruyorlar, gitsin mi kalsın mı?"
Bizde bir şaşkınlık husule geldi. Tabi bu esnada kısa bir süre bir şey diyemedik, Zât-ı âlileri;
"Bu hâli çok güzel, bir daha belki böyle bir hâli bulamaz" buyurdular.
Biz de hemen "Gitsin!" dedik.
Ve kısa bir süre sonra kardeşim ruhunu teslim etti.
Defin işlemleri yapıldı. O akşam rüyâmda kardeşimi gördüm, bana şöyle dedi; "Abi! Kalsın diyeceksin diye öyle korktum ki!"
Efendi Hazretlerimiz'le beraber birkaç gün sonra kabristana ziyarete gittik.
Kabrin başına geldiklerinde; "Burada değiller, Cennetü'l-Bâkî kabristanlığına nakletmişler" buyurdular.
Velilerinin Güneşi:
İskenderun'dan bir kardeşimiz Efendi Hazretlerimiz'le ilk karşılaşmasını anlatıyor:
"1978 yılının Ağustos ayı idi ve günlerden Ramazan'dı. Bir ikindi vakti Düzce'ye Efendimiz'i ilk olarak ziyarete gittim, üç kişi idik. Kapıya geldiğimizde orada bulunan bir kardeş misafir olduğunu haber vermek için zile bastı. Ben hayalimde sarıklı cübbeli bir zât tahayyül ediyorum. Kapı açıldı, başında takkesi ile karşımıza bir hacı amca çıktı. Gözüme boyu epey kısa göründü. O anda ben şaşırdım ve: ‘Allah Allah! Bu da nasıl şeyh? Böyle de şeyh mi olur?' dedim. O anda içimden denildi ki:
‘Sen onun görünüşüne niye aldanıyorsun? İç âlemine baksana!'
Bizi hâne-i saâdetine aldı. Yukarıya çıkınca boyu birden değişti, sanki başımı kaldırıp yüzüne bakıyordum.
Akşam zaten yakındı, bize iftar sofrası hazırladı. ‘Efendim bize su içmek yasak, olur ki sizi de ihmal ederiz, siz dilediğiniz kadar için.' buyurdu.
Amma ben çok susadığım halde utandığım için içmemeye çalışıyordum. O anda bana dönerek:
‘Efendim siz için suyunuzu! Bizim gibi yapamazsınız, zira biz alışkınız.' buyurdu.
Sonra hep beraber akşam namazı kıldık. Evvâbin namazı için kalkıldığında içimden: ‘Ben iki rekât kılar otururum, nasıl olsa daha ders almadım.' dedim. Bunun üzerine tam olarak bana döndü ve: ‘Efendim! İki rekât dahi olsa bu namazı mutlaka kılalım.' buyurdular.
Gönlümden geçen her duygunun karşılığını bir anda alıyordum.
O gece misafirhanede kaldık. Biri sabah namazından önce, biri de namazdan sonra olmak üzere iki rüyâ gördüm. İlk rüyâmda ayakta abdest bozuyorum. Dökülen necaset dizden aşağı pantolonumu kirletiyordu. Yıkamaya çalışıyordum, o ara namaz vakti geçmek üzereydi.
İkinci rüyâmda ise yine beraber olduğumuz o iki kişi ile sabah namazı kılmak için kalkmışız. Abdest hazırlığı yaparken birden güneş doğdu. Kuşluk vaktine kadar yükseldi. Fakat o güneş normal güneşten daha büyüktü ve birden kayboldu. Gözümün gördüğü herşeyi bembeyaz kar kapladı.
Sabah kendileriyle görüştük. Önce ilk rüyâyı anlattım.
"Katiyetle ayakta abdest bozmayın!" diyerek ikaz ettiler.
İkinci rüyâyı anlatınca ise:
"Efendim o güneş Allah-u Teâlâ'nın velilerinin güneşidir. Bununla size ders vermemiz emredilmiş." buyurdular ve dersimizi tarif ettiler."
Zaman zaman ziyaretlerine gittik, bir yıl sonra gittiğimiz ziyaretimizde şöyle bir suâl sordum:
Efendim! Biz Zât-ı âlinizden daha uzun yaşayacak olursak, o zaman bizim hâlimiz ne olacak?
Şöyle buyurmuşlardı:
"Sizin her şeyiniz hazırlanmıştır, hiçbir şeye ihtiyacınız olmayacak."
Otuz küsür sene önce söylenen bu söz, bugün için tezahür etmiş, o zaman hayalât olan bizim anlayışımız, bugün hakikata dönüşmüş ve gerçekten her şeyin hazırlandığı, hiçbir şeye ihtiyacımızın olmadığı aşikâr olmuştur.
Yüz Yirmi Dört Bin Peygamber Sizinle!
Rahmetli Ahmet Özcan Efendi kitap tanıtımı için Adana, Antalya taraflarında bulunuyordu. Tarsus'ta gezerlerken aniden yaşlı bir zât önüne durdu; "Yüz yirmi dört bin peygamber sizinle beraber" dedi ve kayboldu, demişti.
Arz edildiğinde; "Rical-i gayb'dan kimseler!" buyurmuşlardı.
İhvanın Vefat Haberi:
Düzce'den bir kardeşimiz 1986 yılında vefat ettiler ve akabinde bazı kardeşler Zât-ı âlileri'ni ziyarete geldiklerinde şöyle mevzu geçti.
"Allah rahmet eylesin. Bir kardeş daha vefat edecek amma kim olduğunu bilmiyoruz. İki gün evvel Manisa'dan bir kardeş geldi. "Rüyâmda gördüm ki Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'le Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz vefat etmişler de cenazeleri geliyormuş." dedi. "Eğer bu rüyâ Rahmânî ise cenâze iki olacak, Allah-u âlem iki ihvan vefat edecek." dedik.
Bir tanesi gitti, ikincisi kim olacak onu bekliyoruz. Bu hadise dün akşam olmuş, kardeşi ceryan çarpmış, İstanbul'a kaldırmışlar, bugün ölüm haberi geldi. Allah rahmet eylesin. İnşaallah o görülen rüyâ gibidir. Allah'ım o lütfa nâil ve dahil olmak suretiyle aldığı kullardan etsin. İnşaallah iyi gitti. Hepimizin beklediği o, hepimiz aynı köprüdeyiz. Allah'ım kâmil iman ihsan etsin."
Bir süre sonra bir kardeşimiz daha vefat ettiler.
İbadetin Gizlisi:
Uçakla Hacc'dan dönüyorlarmış. Yorgun oldukları için, oturdukları koltukta gözlerini kapatmışlar, dinleniyorlarmış. Yanlarında bulunan Düzceli iki kardeşimiz de tesbihlerini çıkarmışlar, virdlerini yapıyorlarmış. Bir ara gözlerini açmışlar, ellerinde tesbihleri görünce sormuşlar. Onlar da ders yaptıklarını söylemişler. O anda buyurmuşlar ki:
"Tesbih evden başka bir yerde çıkmaz."
•
1974 yılındaki Hacc yolculuğuna bir kaç kardeşle steyşın bir taksi ile çıkmışlar. Taksinin sahibi olan kardeş küçük bir Türk bayrağı almış, cebine koymuş. Hacc'a gittiklerinin bir işareti olsun diyerekten müsaade isteyerek yola çıkarken taksinin bayrak direğine takacakmış.
Tam arabaya binecekleri sırada:
"Arabada Hacc yolculuğuna dair hiçbir işaret bulunmasın!" buyurmuşlar.
Hududa yaklaştıklarında: "Efendim Bağdat tarafından mı Şam tarafından mı gidelim?" diye sorulmuş. "En kısa yoldan." buyurmuşlar.
Giderken gelirken hiçbir yere uğramamışlar. "Kaynağın başında olan çeşme aramaz." buyurmuşlar. "Sizin ziyaret etmek istediğiniz bir yer varsa biz mâni olmayalım." sözünü ilâve etmişler.
O mübarek topraklara varıncaya kadar yolda hiç uyumamışlar.
Hacc hakkında kardeşlerimize, her şeyin bir özü olduğu gibi Hacc'ın da bir özü olduğunu, bu öz ile meşgul olmalarını söylemişler ve misal olarak mevlide giden üç misafirin hikâyesini anlatmışlar.
İnceliğin Böylesi!
Kurban bayramından epey önce Mekke-i mükerreme'ye varmışlar. Henüz tam kalabalıklaşmadan elli tavafı tamamlamalarını kardeşlere tembih etmişler. Daha sonra seyrek yapmalarını, sonradan gelenlere eziyet vermemelerini söylemişler.
Harem-i şerif'te kardeşlere sık sık:
"Aman dirsek kullanmayın, kimsenin canı yanmasın!" tavsiyeleriyle ikaz ederek şöyle buyurmuşlar:
"Buralarda her türlü hâl olur, bizi incitirler, biz kimseyi incitmeyelim."
Harem-i şerif'te:
"Burada alınan bir nefes bir ömür efendim!" buyurmuşlar, akabinde değerlendirmek lâzım geldiğini söylemişler.
Mekke-i mükerreme'de sadece Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'i ziyaret etmişler. Kendilerine: "Torunum!" diye hitap ettiklerini söylemişler.
Özel olarak bir kardeşimize Arafat'ta büyük mânevî bir toplantı olduğunu, zor yer bulduklarını beyan etmişler.
Mescid-i nebevi'de ilk günlerde kapıdan girişte bir yere oturuveriyorlarmış. Aradan bir kaç gün geçmiş, derin bir tefekkür içinde iken, gözlerini açmışlar. Yanlarında bulunan bir kardeşimizden müsaade istemişler. Birinci defa dâvet olunduğunu, gitmediklerini, ikinci defa ikaz edildiklerini söylemişler ve ileriye doğru yürümüşler.
Medine-i münevvere'de akrabalarının olduğunu, hiçbirisini aramadıklarını, Mescid-i nebevî'nin kaç kapısı olduğunu bile bilmediklerini, Medine-i münevvere'de sadece Ravza-i mutahhara'yı bildiklerini söylemişler.
Bir kaç ihvanın küçük de olsa bazı hareketleri karşısında: "Siz lütuf dâiresinin içinde bulunuyorsunuz. Siz böyle yaparsanız diğer hacılar ne yapmaz." buyurmuşlar.
Tavaf esnasında salât-ü selâm getirilmesini beyan etmişler.
Şeytan taşlamada, her taş atışta: "Kibrimi atıyorum yâ Rabb'i... Şehvetimi atıyorum yâ Rabb'i!.." diye kötü sıfatların atılacağını söylemişler.
Bir ara: "Halkın arasında şeytanlar geziyor." buyurmuşlar.
Hacc vazifeleri bitmiş. Ayrılacakları sıralarda; herkesin alacağını aldığını, alamadığının kaldığını söylemişler ve Hacc yolculuğunu insanın dünyaya gelip gitmesine benzetmişler.
"Bu sene duyduğumuz hazzı hiçbir zaman duymadık, ömrümüz boyunca şükrünü ödeyemeyiz." buyurmuşlar. Dört olmuş, yedi için niyaz etmişler.
Hâne Halkının Sayısına
Göre İkram:
Ankara'dan birkaç kardeş ziyarete gitmişler. Gelenlere çikolata ikram etmişler. Kaç çocuğu varsa ona göre veriyorlarmış.
Sıra ile verirlerken bir kardeşimize: "Sizin kaç çocuğunuz var?" buyurmuşlar. O da dört olduğunu söylemiş. Ona üç çikolata vermişler.
"Birisi daha yiyemez." buyurmuşlar.
Gerçekten de birisi bebekmiş.
Başa Gelince
Anlaşılan İkâz:
"Düzce'de bulundukları yıllarda bir gün gidemezsem ikinci günü mutlaka ziyarete giderdim. Bir ziyaretimde rüyâ anlattım. Bir yolculuğa çıkmış oluyormuşuz. Baktım ki otomobilin dört tekerleğinin sırtları yenik yenik olmuş. ‘Bu araba ile nasıl yola çıktık?' diyorum.
Efendimiz Hazretleri: "Hayırdır inşaallah!" buyurdu.
Aradan on beş gün kadar sonra Siirt taraflarına bir ziyaret tertip edildi. Zât-ı âlileri fakire hitaben:
"Arabada iki stepne bulundur." buyurdular.
Ben onu ihmal etmişim, almadım. Yola çıktık, Gerede taraflarında sağ arka lâstiğimiz patladı, hemen inerek stepneyi taktık. Efendimiz diğer arabada idi, ileride bizi beklemişler, yola devam ettik, Ankara'dan yeni bir lâstik aldık. Siirt'e yakın yerlerde yine lâstik patladı. Onlar ileride bizi beklemişler.
"Biz size arabada stepnenin çift bulundurulmasını söylemiştik." buyurdular.
Kendi kendime; niçin bu emri hafif tuttum diyerek hayıflandım. Hem rüyânın hikmeti, hem de Zât-ı âlileri'nin "İki stepne bulundur" beyanlarının hikmeti anlaşılmış oldu...
Gizli Anlar!
Düzce'nin Islahiye köyünden merhum Hacı Naci Akbulut kardeşimiz iki abisi ile beraber 1968'li yıllarda intisap etmişler.
Abilerinin anlattığına göre Efendimiz Hazretlerimiz'e çok güzel bir bağlılığı varmış. Zât-ı âlileri de onu çok seviyormuş. Genç yaşta Allah yoluna düşmüş, sakal bırakmış, Hacc da nasip olmuş. Üç kardeş yaz ve kış her perşembe günü akşamı on kilometreden fazla olan köylerinden yürüyerek sohbet için şehre geliyorlarmış.
1970'li yıllarda kardeşimiz ağır bir hastalığa yakalanmış, menenjit teşhisi konulmuş.
Abilerinin anlattığına göre evinde yatıyor, acılar içinde kıvranıyor, o ıstırap içinde iken: "Allah'ım! Bütün ümmet-i Muhammed'in acılarını bana ver, ben nasıl olsa çekiyorum!" diye duâ ediyormuş.
Bir Cuma günü öğleden sonra Efendimiz Hazretleri rahmetli H. Erentuğ kardeşimizle kendisini hasta yatağında ziyaret etmişler. Başını yastıktan kaldıramamış, fakat sevinçten gözleri parlamış.
Ve Efendimiz yatağın kenarına oturmuş, sağ elini kardeşimizin alnına koymuş. Koyması ile çekmesi bir olmuş. Herkes merak etmiş amma kimse soramamış. Dönerken yolda H. Erentuğ kardeşimiz bunun hikmetini sormuş.
"Biz Cuma günü tuttuğumuzu koparırız, kardeşimize el atacaktık, fakat elimizi koyduğumuzda bir başka elin üzerine geldi, hemen çektik." buyurmuşlar.
Ve bir gün sonra Cumartesi günü kardeşimiz rahmet-i Rahman'a kavuştu.
Yıllar Sonra Rüyâdaki
Zât İle Karşılaşma:
Samsun'dan bir kardeşimiz anlattı:
"On yedi veya on sekiz yaşlarında iken rüyâmda köyümüzün camisinde beyaz sakallı, nur yüzlü bir zâtın bana namaz kıldırdığını gördüm. Bu zâtın Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğunu söylediler. Rüyâdaki bu yüzü hiçbir zaman unutamadım. Şekli, şemâili daima gözümün önünde idi.
Aradan yaklaşık bir o kadar sene zaman geçti, yaşım otuz beş civarında oldu. Kereste almak için bir gün bir keresteciye gitmiştim. Yazıhanesinde otururken masanın üzerinde ‘İmanlı Gönüllere Hitap' isminde bir kitap gördüm. Elime aldım, karıştırdım, bazı sayfalarını okudum. Elimden bırakasım gelmiyordu. Keresteci arkadaştan kitabı emanet olarak aldım, kısa bir zamanda okudum ve kendisine iâde ettim. Kitap çok hoşuma gittiği için arkadaşa aynı kitaptan bana da temin edivermesini ricâ ettim. Kısa zamanda temin etti. O kimse bir yerden dersli idi, fakat ben o zamanlar hiç böyle bir şey bilmiyordum, o arkadaş da bana hiçbir şey bahsetmedi.
Kitaplardan iki ayda bir Adapazarı'nda Vakıf'ta sohbet olduğunu öğrenmiştim. 2000 yılının Temmuz ayındaki sohbet için Adapazarı'na gittim. O gün müthiş bir kalabalık vardı. Oturacak yer yoktu. Mescide girdiğimde tam bir şok yaşadım. On yedi veya on sekiz yaşlarında iken rüyâmda bizim köyün camisinde bana namaz kıldıran nurânî zât karşımda idi. Vücudum öyle bir hâl aldı ki, bunu sözle anlatmak mümkün değil. Herkes sıcaktan geri geri çıkıyordu, ben de fırsat buldukça ileri ileri gidiyordum. Efendim'den gözlerimi ayıramıyordum.
Sohbet günü çok yoğun olduğu için ziyaret edemedim. Bir müddet sonra hususi olarak ziyaretlerine gittim.
Vakıf'a geldim. Oradaki yetkililer saat 09:00 sularında aşağıya ineceğini, fakat bugün biraz rahatsız olduğunu, inip inmeyeceğinin belli olmadığını söylediler. O anda nasıl üzüldüğümü anlatamam. Aradan az bir zaman geçmedi ki, Zât-ı âlileri aşağıya inmiş ve misafirlerini kabul ettiği odasına geçmiş, misafir sormuş.
Beni içeri aldılar, elini öptüm. Bana:
"Bugün aşağıya inemeyecektim, rahatsızdım amma senin için indim." buyurdu.
Geldiğim, kendisine haber verilmediği halde böyle bir hâlât yaşadım.
Daha sonra bana: "Sizinle önceden hiç karşılaştık mı?" diye sordu, ben de yıllar önce gördüğüm rüyâyı anlatmaya başladım. O anda: "Tamam! Anlatma, gerek yok, ben de onu soruyorum." dedi, böylece ikinci bir hâlâtı da yaşamış oldum."
Gönülde Olan Kitabın
Hediye Edilmesi:
Adapazarı'ndan bir kardeşimiz anlattı:
"Birgün bir kardeşle birlikte Düzce'ye ziyaretlerine gittik. Giderken yanımdaki kardeş:
‘Bir Kenzü'l-irfan kitabı alayım.' dedi.
Baktık Zât-ı âlileri dükkanda yok. Uzak yerden misafirleri gelmiş, onlarla birlikte hâne-i saâdetlerine çıkmışlar. O kardeşle aramızda şöyle bir konuşma geçti: ‘Dış kapıdan içeriye girelim, havuzun başında oturalım, inmesini bekleyelim.'
Fakat içeriye girip havuzun başında oturmaya cesaret edemedik, dükkânın kapısında beklemeyi de uygun görmedik, oradan on beş yirmi dakika ayrıldık, tekrar geldik. Baktık ki Efendimiz misafirleri ile dükkâna inmiş oturuyorlar. İçeri girdik elini öptük. Bize hitaben:
"Dış kapıyı açın, içeriye girin, bahçeyi şöyle bir dolaşın, havuzun başında biraz oturun, daha sonra gelin." buyurdular.
Biz de aynısını yaptık, tekrar dükkâna geldik, oturduk, ikramda bulundular, misafirleri ile beraberdiler. Biz müsaade istedik, tam kalkıyorduk ki, yanımdaki kardeşe:
"Size bir Kenzü'l-irfan kitabı hediye edelim." dediler ve takdim ettiler.
Biz o kitabı almayı çoktan unutmuştuk."
Sıkıntılı Zamanda
Yetişen Himmet:
Düzce'den bir kardeşimiz anlattı:
"Yıl 1984 Efendimiz Hazretleri'ni tanıyalı beş sene olmuştu. Terzi kalfalığı yaparak geçiniyor ve kirada oturuyordum. 24 Ocak günü hastanede ikinci çocuğum olmuş ve ben onu oradan taburcu edecek parayı bulamamıştım. Aklıma hemen Zât-ı âlileri geldi. O bizim her şeyimizle ilgilenen merhametli bir insan değil miydi? Hemen ona gidecektim ve nâçar durumumu ona arz edip, son çare olarak yardım talep edecektim. Bu düşünceyle yola koyuldum, Efendim'in dükkânının yanına kadar geldim, fakat içeriye girip hâcetimi arz edecek cesareti kendimde bulamadım, geri döndüm. ‘Elbet himmetleri yetişir, beni bu sıkıntıdan kurtarır.' diye düşündüm.
Doğruca hastaneye gittim, eşimin ve çocuğumun taburcu işlemlerini yaptırdım, fakat döner sermayeye verilecek param yoktu. İşte tam o sırada beklediğim himmet gerçekleşmiş oldu. Bir ses ismimle seslendi. ‘Buyrun!' dedim. ‘Şu on bin lirayı alır mısın?' dedi. Utandım. ‘Benim paraya ihtiyacım yok!' karşılığını verdim.
Fakat o kardeşimiz: ‘Al bu parayı, bunu Efendi Hazretlerimiz seni bulup yetiştirmem için emir verdi.' dedi. Parayı mecburen aldım, işlerimi hallettim."
"Hatta Cebinize Koyduklarınız da!"
Sapanca'dan bir kardeşimiz anlattı:
"Efendimiz Hazretleri'nin Düzce'de ikamet ettikleri yıllarda idi. Temmuz ayında hararetli bir gündü. Hâne-i saâdetlerinin bahçesine girdim. Baktım ki birkaç kardeş bahçe duvarını tamir ediyorlardı, bazı kardeşler de bahçede çalışmakta idiler. Ceketimi çıkarıp bir ağaca astım ve duvar işçilerine yardıma başladım. Kardeşler hafif seslerle ilâhîler mırıldanıyorlardı.
İkindiye doğru Efendimiz hâne-i saâdetlerinin bahçeye bakan bir pencereden:
‘Efendiler! Epey yorulmuşsunuzdur, sizlere ikindi kahvaltısı hazırladım, yukarıya buyrun!' diye seslendi.
Ellerimizi yüzlerimizi yıkayarak üst kata çıktık, bize gösterilen odaya geçtik. Kahvaltı sofrasında zeytin, peynir, tereyağı, yumurta, çay ve bal şerbetinin yanında bir de küçük bir tabakta yedi sekiz tane küçük kırmızı acı biber vardı.
Efendimiz bizim rahat yiyebilmemiz için âfiyet dileyerek başka bir odaya geçti. Mübarek nurlu elleriyle hazırladığı kahvaltıyı neşe içinde yedik. Bu arada gözlerim acı biber tabağına ilişti. O sıralarda Ereğli'de İmam-Hatip Lisesi pansiyonunda talebelerin başında belletici olarak görev yapıyordum. Çocuklardan edebe mugayir söz sarfedenleri korkutmak gayesiyle tabaktaki acı biberlerden üç-dört tane alıp cebime koydum.
Yemek hitamında sofra duâsı yaparken oda kapısı açıldı, Efendimiz teşrif buyurarak duâya iştirak etti. Duâdan sonra, hayatta hiç unutmayacağım ve hatırladıkça yüzümün kızardığı şu sözleri beyan etti:
‘Efendim! Burada yediğiniz her yiyecek öz babanızın evindeki gibi tamamen helâldir. Hatta cebinize koyduklarınız da dahildir.'"
Karamürselli Zeynep Hanım:
İsmi bizde mahfuz bir kardeşimiz anlattı:
"Karamürselli Zeynep Teyzemiz yaşlılığı ve rahatsızlığı nedeni ile Efendimiz'i ziyaret edemediği için çok üzülüyormuş.
‘Ölmeden önce Efendim'i göster bana Allah'ım!' diye niyazda bulunuyormuş.
Bu arada Efendimiz bir yolculuğa çıkmak üzere idi. Bunu duyan Zeynep Teyzemiz: ‘Efendim oraya giderse onun dönüşünü göremem. Ne olur gitmeden dünya gözü ile onu son bir kere göreyim!' diye duâ etmeye başlamış.
Bu seyahatleri bir anda ertelendi. Bilâhare Efendimiz Hazretleri Zeynep Teyze'yi ziyarete geldi.
Efendimiz'e hitaben gözyaşları ile:
‘Efendim! Sizin oraya gidip gelmenize ömrümün yetmiyeceğinden, bir daha sizi dünya gözü ile göremeyeceğim için Allah'ıma niyazda bulundum. Allah'ımızın izni ile görevli memurlar sizi geri çevirdiler ve bizi mutlu ettiler.' dedi.
Ziyaretlerinden iki gün sonra Zeynep Teyzemiz Hakk'ın rahmetine kavuştu. Allah'ımız rahmet etsin."
Onun Almak İstediği,
Düzce'deki Evin Bahçesinde Verildi:
Hıristiyan olan ve papazlık eğitimi almış, daha sonra da hidayete erip müslüman olan Fransız vatandaşı bir kardeşimizin hatırası:
Müslüman olduktan sonra çeşitli ülkelere, çeşitli cemaatlere ziyaretler yaparak, tasavvufi konu hakkında araştırmalar yapmış, birçok hoca görüp, konuşarak kendine bir çeşit rehber aramış durmuş.
Bir vesile ile Zât-ı âlileri'yle tanışma fırsatı bulurlar. Adapazarı'nda görüşürler. Türkçe bilmediği için tercümanlık yapan kardeşlerimiz vasıtasıyla konuşurlar.
Efendi Hazretlerimiz bu kardeşimizle ilgilenirler ve yanlarında bazı kardeşlerimiz ile beraber seyahat ederek Düzce'ye giderler.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ni ziyaretten sonra, Efendi Hazretlerimiz'in Düzce'deki evlerine gelirler ve bahçede kamelyada, havuzun başında otururlar.
Sohbetler açılmakta, ince sırlar geçmekte, bazen sükût ortamı olmaktadır. Bu kardeşimiz dil bilmediği için, ancak yanındaki kardeşlerimizin vasıtasıyla birşeyler anlamaktadır. Fakat çoğunlukla dinler bir havada mânevi ortamı solumaktadır.
Ziyaret sonrası tekrar Adapazarı'na dönülür. Ertesi günü, bu kardeşimizden mevzu açıldığında Zât-ı âlileri;
"Biz onun almak istediğini Düzce'deki evin bahçesindeyken verdik!" buyururlar.
Kardeşlerimiz bu müjdeyi o kardeşe vermek için yanına gittiğinde, müjdeyi söylemeden sorarlar;
"Ziyaretiniz esnasında en çok etkilendiğiniz, en çok haz duyup, manen doyduğunuz ortam oldu mu, olduysa nasıl ve nerede oldu?" diye sorarlar.
Bu kardeşimiz de;
"Düzce'de Efendi'nin bahçesinde..." derler.
Zahiren diller ayrı olsa da, gönül dili bir olduğu için, manen verilmek istenen verilmiştir. Yıllar yılı kardeşimiz Zât-ı âlileri'nin sohbetlerinde bulunmuş, yurt dışından her fırsatta ziyaretlerine gelmişlerdir.
Vakıf da Sizi Bırakmasın!
Yıllar önce yapılmakta olan Vakıf binasının sorumluluğu üzerinde olan İstanbul'dan bir kardeşimizin hatırası:
Vakıf binasının bitirilmesiyle ilgili olarak bize görev verilmişti. Çalışmalar yapıldı ve gün geldi bina bitti.
Zât-ı âlileri binayı görmeye gelecekti. Bize binanın bitirilmesiyle ilgili vazife verildiği ve bu vazife kendimizce yerine getirildiği kanısıyla, Zât-ı âlileri geldiğinde binanın anahtarını kendisine teslim edip, biz görevimizi bitirdik, diyecektik.
Geldiler, binayı gezdiler. Tam gidecekleri sırada, anahtar avucumda duruyordu ve gönlümden geçen duyguyu, kelimelere dökmek üzereyken, Zât-ı âlileri; "Hacı efendi! Siz vakfı bırakmayın ki, vakıf da sizi bırakmasın!" buyurdular.
Anahtar elimde kaldı ve usulca tekrar cebime koydum.
Biz bir şey demeden, cevabımızı almış olduk.
"Hacı Amca! Siz Kimsiniz?":
Efendimiz -kuddise sırruh- Hazretlerimiz 1 Haziran 2005 Çarşamba günü bir vesile ile İstanbul'a gitmişti. Boğazda bir yerde deniz kenarında bir müddet oturup deniz havası almışlar. Beraber gittikleri kardeşimizin anlattığına göre bir kişi deniz kenarında olta ile balık tutuyormuş. Bir müddet sonra Zât-ı âlileri'nin yanına gelmiş. "Hacı amca! Siz kimsiniz? Ben sabahtan beri buradayım, hiç balık tutamadım, siz geldikten sonra attığımı tutuyorum." demiş ve gitmiş.
Kardeşimize ne dediğini sormuş. O da arzetmiş. Seyretmişler, gerçekten de adam oltayı her atışta balık tutuyormuş.
"Bizi Uyutmadın Cemil Efendi!":
Rahmetli Cemil Efendi'den bir hatıra daha:
"Efendimiz Hazretleri'ni çok özlemiştim. İstanbul'dan Ankara otobüsüne bindim, çok yorgun olduğum için muavine: ‘Beni Düzce'de indirirsin, azıcık uyuyacağım.' dedim. Muavin unutmuş, Bolu dağlarına varmışız. Uyandığımda: ‘Beni indirin!' dedim. Gece yarısı olmuş, arabalar kesilmiş, in yok cin yok, müthiş bir soğuk ve ayaz var. Dağlardan kurt sesleri bile geliyor. Korku ile sabaha kadar bir kıyıda bekledim. Gün ışıması ile ilk gelen otobüsle Düzce'ye döndüm.
Efendimiz Hazretleri dükkânda paltosunun içinde oturuyordu. Mübarek elini öptüm, hiçbir şey demeden bize; ‘Sabaha kadar bizi uyutmadın Cemil efendi!' buyurdular."
Katarakt Ameliyatı:
Kardeşimizden devamla:
"Gözlerimden rahatsızlandım ve doktora gittim. Doktor gözlerimin ileri derecede katarakt olduğunu, ameliyat olmam gerektiğini söyledi ve gün verdi. Ameliyat olmama kısa bir süre kala Efendimiz Hazretleri'ni ziyaret edeyim de öyle ameliyat olayım diye düşünerek Düzce'ye gittim. Efendimiz Hazretleri dükkânda idi. Selâm verdim, selâmımı aldı, mübarek elini öptüm ve karşısına oturdum. Hiçbir şey konuşmadık. Oturduğu yerden gözlerime dikkatle bakmaya başladı. Fakir de gözlerimi ayıramıyordum. Böylece bir müddet kaldık. Fakat bu bakışma esnasında gözlerimde operasyon başlamış oldu. Kulağıma kesme sesleri geliyordu. bir zaman sonra: ‘Cemil efendi geçmiş olsun!' dedi ve huzurdan ayrıldım.
Bir hafta boyunca gözlerim hafif hafif acıdı. Sonra zamanım geldi doktora gittim, evraklarımı tahlillerimi gösterdim ve: ‘Ameliyat olmaya geldim.' dedim. Tekrar muâyene etti, evraklara baktı, yine muâyene etti. Akabinde heyecanla: ‘Bu teşhisi sana ben mi koydum!' dedi. ‘Evet doktor bey siz koydunuz!' deyince: ‘Vallahi senin gözünde katarakt yok! Çok enteresan, böyle bir olayla şimdiye kadar hiç karşılaşmadım.' dedi, çok şaşırdı."
Hacc'taki Hatıra:
Ailece Hacc'a giden bir kardeşimizin hatırası:
Eşimle beraber tavaf ediyor, ibadetlerimizi yerine getirmeye çalışıyorduk. Bir ara tavaf sırasında eşimi kaybettim. Daha ilk günlerimizdi. Bu heyecanla ne yapacağımı şaşırdım. Nerede ve nasıl buluşacaktık. En kötü ihtimal otele gidebilirdim belki ama, otelimizde epey uzaktı. Bu esnada sağa sola bakıp, belki eşimi görür müyüm diye dolaşıyordum. Bir ara baktım ki Efendi Hazretlerimiz burada. İleride direğin dibinde duruyorlar. "Allah! Allah! Zât-ı âlileri bu sene Hacc'a gelmedi ki" dedim. Ama gayet açık olarak görüyordum. Yanlarına doğru gittim. İyice yaklaştığımda, eşimi gördüm, orada buluşmuş olduk. Fakat Efendi Hazretlerimiz yoktu. Anladım ki, bizi buluşturmak istemişler...
Hakk'ın ve Hakk'tan Olduğunu Biliriz!
İngiltere BBC'de muhabir olarak çalıştıklarını söyleyen abi kardeş iki genç kardeşlerimizle birlikte ziyarete geldiler. Biri yüksek okulu Türkiye'de okumuş, Türkçe biliyor, kardeşine tercümanlık yapıyor. Türkiye'de Tasavvuf hareketleri ile ilgili röportajlar yapıyoruz diyorlar.
Kasete almak için müsaade istediler.
- "Kitaplarınızdan bazılarını aldık, çok güzel, sesinizle de dünyaya duyurmak istiyoruz."
- "Biz her şeyin Hakk'ın ve Hakk'tan olduğunu biliriz, şahsımıza hiçbir zaman hiçbir değer aslâ vermeyiz. Hakikati sorduğunuz zaman bildiğimiz kadar izah ederiz."
Muhabbet Eden!
Ziyarete gelen bir kardeşimize beyanları:
– Hanım nasıl?
– Hürmetleri var efendim. "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır" kitabı başucunda duruyor, devamlı onu okuyor.
– "Okusun efendim. Bir kitabı bir kimse okuyorsa, ona muhabbeti vardır. Ona muhabbet eden yazarına muhabbet eder, yazarına muhabbet eden yazdırana muhabbet eder, hiç farkına varmaz. Yazdırana muhabbet etti mi, O'nunla irtibatı kurar."
Varlıkla Çalışanın
Kendisine Zararı Olur:
Bir mıntıkadaki idareci bir kardeş hakkında şu sözleri söyledi:
"Onun hakikaten çalıştığını da hissediyorum, çok çalışıyor, fakat varlıkla çalıştığı için beşeriyete faydası var, kendisine zararı var. Çok çalışıyor, gayretli, nur yaymaya çalışıyor, fakat kendisinde bir beğenme, bir büyüklük... Halbuki bizim yolumuz herkesi hoş kendini boş bilmek, mahviyet ve ihlâs üzerine kurulmuş, onda bu hâl yok. Çalışıyor, varlığı ile çalışıyor, o varlık onu helâk ediyor, farkında değil. Onu uyandırmak lâzım. Beşeriyete faydası var, kendisine zararı var. Dağıtıyor, istediği gibi hareket ediyor. Hayır, bu yol Allah yolu, senin yolun değil. Bunu kavrayamıyor. İstediğim gibi yapacağım zannediyor. Hayır, saat gibi ibre gibi kontrol altında bulundurmak zorundayız. Tutumu zarar veriyor, yolumuzun icâbâtı değil. Herkesi hoş gör, herkese değer ver, yalnız nefsine değer verme. Ben Rabb'imden dilerim: ‘Allah'ım! Onu sana havale ediyorum, sana sığınıyorum onun şerrinden.' derim, amma onu beğenmiyorum.
Bu gibi haller tasvip edilmiyor. Güzel çalışıyor, nuru yaymaya çalışıyor amma bu hâlleri tasvip edilmiyor. Dersiniz ki; o seni olduğu yerde takip ediyor ve şu şu hareketlerini beğenmiyor. Çalıştığını görüyor, nuru yaymaya çalıştığını da görüyor amma, bu hareketlerin kendine zarar veriyor. Ne oldum havasının içine girmiş, nefis onu kucaklamış, buradan takip edildiğinin farkında değil.
Bu söylediklerimi ona bildir. Ey nefis! Yuları taktın götürüyorsun, beni nereye götürüyorsun? Bu büyük bir ihtardır, ikazdır, kendine gel ve kendini kurtar, dolayısıyla beşeriyeti de kurtarmaya çalış. Çünkü ihlâslı insanın sözü beşeriyete fayda verir, ihlâslı olmayanın beşeriyete faydası olmaz. Bu sözleri bir kâğıda yazın, senin için böyle söyledi deyin."
Sâdık Olmayan
Nefsini Tarif Eder!
Çanakkale Çardak'tan gelen bir misafir bulunduğu yerde ârif-i billâh makamında bir şahıs olduğunu söyledi. Efendi Hazretleri bu sözü duyunca ölçü olacak mâhiyette sözler söylediler.
"Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde: ‘Sâdıklarla beraber olunuz!' buyuruyor. Çünkü sâdık olanlar O'nu tarif eder, sâdık olmayan nefsini tarif eder. Gerçek mürşid Hazret-i Allah'ın malını pazara koyar, amma mürşidim diyen kendi malını pazara koyar. Sakın varlık ehline kapılmayın. Var olan Hazret-i Allah'tır, başka varlıklara dalmayın."
Alınmanın Alâmeti:
– Efendim! Alınmanın bir alâmeti var mı?
– "Var efendim. İlk alınma alâmeti; helâl haramı aramaya başlar. Helâl mıdır haram mıdır? Bunu aramaya başladığı an alındığına delâlettir. Bu ilk adım. Daha sonra atacağı adıma, söyleyeceği söze, yiyeceği lokmaya dikkat etmeye başlar. Anlaşılır ki yola almışlar.
Bir mümin yiyeceğine, kazancına dikkat etmezse boşluktadır. İhvan olmuş, ismi ihvan. İbadet ondur, dokuzu helâl lokmada aranıyor. Bu kadar incedir bu işler.
Sual sormasını bildin, yürümesini öğren."
Yolculukta Konuşulan Mevzulara
Ziyaret Esnasında Verilen Cevaplar:
Bir gün kardeşlerle Eskişehir'den yola çıktık.
Bir kardeşimiz "Râbıta nasıl yapılır ve kime yapılır" diye sormuş ve bildiğimiz kadarıyla anlatmaya çalışıyorduk. Anlamış göründü ve fakat mutmain olmadı.
Râbıta mevzuu kapanmış, kendi aramızda konuşuyorduk. Bir ara sevdiğim bir arkadaşımın beni kıramayacağını, ihtiyaç duyduğum takdirde gidip arabasını dahi istesem hemen vereceğini bahsetmiş çeşitli misaller ve örnekler vererek yolculuğumuza devam etmiştik.
İkindi sonrası Vakfımıza ulaştık. Efendi Hazretlerimiz Vakıf bahçesinin sağ tarafında asmaların altında oturuyordu. Yavaş ve sessizce huzuruna vardık, selâm verdik, mübarek ellerinden öptük. Bizi sandalyelere oturttu. Halimizi, hatırımızı, durumumuzu sordu. Kısa cevaplar verdik. Hiçbir söze girmeden;
"Râbıta yalnız Hazret-i Allah'a yapılır, başkasına yapılmaz. Hazret-i Allah'ın maske haline getirdiği kul vasıtasıyla."
Buyurdular ve o kardeşimize dönerek;
"Anladınız mı Hoca Efendi?" buyurdular.
Akabinde İnşirah Sûre-i şerif'inin son iki Âyet-i kerime'sini okuyarak;
"Bir şey isteyeceğin zaman yalnızca Hazret-i Allah'tan iste ve yalnızca ona rağbet et!" buyurarak bana döndüler ve iki kere;
"Anladınız mı Efendim!" buyurdular.
Zât-ı âlileri'ne hiç mevzu etmediğimiz halde, manen vâkıf oldukları, yolda konuştuğumuz Râbıta mevzusuna kısa ve öz olarak cevap vermişler hatta bizim mevzu ettiğimiz konuşmamız bile bilinerek, yolda nelerle meşgul olduğumuz bilinmiş ve yüzümüze karşı cevapları bir bir verilmişti.
Hiç Tanımadıkları, İlk Defa Gördükleri
Kardeşe İsimleriyle Hitap:
Eskişehir'de yeni tanıştığımız genç bir arkadaşımız vardı.
Ziyaretlerine giderlerken, bu kardeşimize de gelmesini, isterse kendisini de götürebileceğimizi söyledik ve kabul etti.
Fakat yola çıkmadan, kendi içinden; "Eğer bu zât bahsettikleri gibi Veli bir zât ise benim ismimi bilir" diye geçiriyormuş.
Bu hâlden bizim haberimiz yoktu.
Vakfımıza ulaştık. Efendi Hazretlerimiz idare odasında oturuyordu. İçeri kabul buyurdular, mübarek ellerinden öptük. Kardeşimiz de hemen önünde oturtuldu. Ona dönerek;
"Nasılsın İlhan?" buyurdular.
Kardeşe baktım, bu hitaptan dolayı etkilendiği için elleri ayakları titriyordu.
Çantadaki Kur'an-ı Kerim'in
Mâlum Olması:
Eskişehir'den kardeşimiz ailecek ziyarete gelmişler. Misafir kabul ettikleri odaya hep beraber girmişler ve kardeşimiz Zât-ı âlileri'nin ellerinden öpüp oturmuşlar. Kardeşimizin annesi de kanepenin üzerine oturmuş ve elindeki çantasını ise yere koymuş, kardeşimiz devamla şöyle anlatmaktadır:
"Efendim o çantayı yerden kaldırınız!" buyurdular.
Hemen çantayı alıp, annemin yanına koydum fakat içimden; "Allah, Allah! Efendi Hazretlerimiz neden o çantayı yerden kaldırttı?" diye geçirdim.
Tabi çanta annemin olduğu için ve içinde neler bulunduğunu bildiği için annem hemen işi anladı. Çünkü içeri girerken o telâşla, ne yapacağını bilemeden ve içindekileri unuttuğundan hemen yere koymuşlardı.
Çantasının içinde küçük bir Kur'an-ı kerim bulunuyormuş. Biz sonradan öğrendik.
Zât-ı âlileri Kur'an-ı kerim'in aşağıda kalmasını istemediler ve hemen yukarı kaldırılmasını istediler. Biz bu eşsiz olay karşısında şaşırıp kaldık ve Zât-ı âlileri'nin büyüklüklerinin bir işaretini daha gözümüzle görmüş olduk.
Sende Öğrencisin Yahu!
"Kardeşim küçüktü ve İmam Hatip Lisesi'nde okuyordu. Vakfımıza yeni gelmiş ve Efendimiz'le yeni şereflenmişti. Kim olduğunu sordu;
"Kardeşim!" dedim.
"Bu öğrenci efendim buna biraz harçlık verelim!" buyurdular ve ceketinin cebinden çıkardığı cüzdanından ona bir miktar para verdiler.
Oysa onun öğrenci olduğunu Zât-ı âlileri'ne kimse söylememişti. İçimden çok sevinmiştim. Hem hayranlığım artıyor, hem de Allah'ıma sonsuz şükranlarımı arz ediyordum. Bu esnada bana döndüler ve;
"Sen de öğrencisin yahu! Sana da verelim!" buyurdular ve bir miktar da bana verdiler."
"Eşikten Ses Çıkar mı Ahmet Efendi?"
Ahmet Efendi İzmir'den bir grup kardeşimizle birlikte Vakfımıza ziyaret için geliyorlar. Bahçeye giriyorlar.
Efendi Hazretlerimiz havuzun başında oturmuş, gelenleri karşılıyor. Allah yolunun yüceliğinden, ne kadar kıymetli olduğundan bahsediyorlar.
Kardeşimiz o esnada içinden; "Ah keşke bu kapının eşiği olsam!" diye geçiriyor. Efendi Hazretlerimiz'in yanı başında oturuyormuş. Efendimiz, ayağına bir vesile ile vuruyorlar. O da;
Gayri ihtiyari "Ahhh" diyor.
Efendi Hazretlerimiz;
"Eşikten ses çıkar mı Ahmet Efendi?" diyerek, gönlünden geçeni ifşa etmiş oluyorlar.
"Peygamber Efendimiz
Karpuzu Böyle Yerdi."
Yine bu kardeşimiz bir gün içinden;
"Acaba Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz karpuzu nasıl yiyordu?" diye geçiriyormuş.
Uzun bir yolculuktan sonra Vakfımıza avdet ediyor. Vakıf kapısından içeri girdiği zaman Efendi Hazretlerimiz asmanın altında bir masanın başında sandalyede oturuyor.
Masanın üzerinde bir tepsinin içinde dilimlenmiş karpuzlar var.
Kardeşleri:
"Buyurun oturun" diyerek davet ediyorlar, mübarek ellerine bir dilim karpuz alıyorlar;
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz karpuzu böyle yerdi efendim" diyerek parçayı kırarak ve çekirdeklerini bir parçasıyla düşürerek gösteriyorlar.
"Amin!"
Bir ziyaretlerimizde de Zât-ı âlileri yolun ne kadar ince ve kıymetli olduğundan, bu yola sımsıkı sarılanın kurtulacağından, Allah yolunda mücadele etmenin fazilet ve üstünlüğünden bahsederlerken, içimden;
"Allah'ım bu nimeti elimizden almasın!" diye geçirdim. O esnada Zât-ı âlileri sohbeti kestiler ve yüksek sesle;
"Amin" dediler.
Sonra, diğer kardeşlere dönerek:
"Efendim, neden amin dediğimizi biliyor musunuz? Bu kardeş; ‘Allah'ım bu nimeti elimizden alma diye duâ ettiler. Biz de amin dedik.'" buyurdular.
Allah'ın izniyle içimizden geçenler bile biliniyordu.
"Hah Şimdi Oldu!"
Bursalı kardeşler hayır hizmetlerinde kullanmak için bir bina arıyorlar. Burada market açmayı düşünüyorlarmış. Sonunda harap, yıkık, eski, iki katlı bir bina buluyorlar. Orayı satın alıyorlar ve tamir ediyorlar. Badana yapıyorlar, güzelce onarıyorlar, beyaz renkle boyuyorlar. Kardeşlere göre bir noksanı kalmamış. Açılabilecek, hizmete sokulacak hale getirilmiş.
Zât-ı âlileri'ni ziyaret edip, durumu arz ediyorlar:
"Efendim! Binayı tamir edip, açmaya hazır hale getirdik, emirlerinize arz ederiz" diyorlar.
"Hayır efendim. Şu köşesinde noksan yeri var, orayı da tamir ediniz!" buyuruyorlar.
Kardeşler hayretler içinde kalıyorlar. Onlara göre hiçbir noksanı kalmamıştı. Geri dönüyorlar ve işaret edilen köşeyi inceliyorlar, gerçekten öyle olduğunu görüyorlar. O köşe noksan bırakılmış. Tamir ediliyor. Durumun yeniden arzı için huzura kabul edildiklerinde;
"Hah, şimdi oldu. Biz orasını buradan görüyoruz ve takip ediyoruz." buyuruyorlar.
Zât-ı âlileri Adapazarı'nda Vakıf binasında oturuyordu. Satın alınan binayı ne görmüş, ne de gidip bakmıştı. Ama o, Cenâb-ı Hakk'ın gösterdiğini çok iyi görüyor, O'nun bildirdiğini çok iyi biliyordu.
"Şimdi Yemek Dağıtmaya Başladınız!"
Bursalı kardeşler fakir-fukaraya, yoksullara, kimsesizlere, yetimlere hizmet etmek üzere sırf Allah rızası için "Aşevi" açıyorlar. Çok da gayretliler.
Kimseden en küçük bir yardım istemeden, karşılık beklemeden, verileni bile almadan belli günlerde kapı kapı gidilerek yemek dağıtıyorlar. Gücü yeten kendisi gelip aşevinden yemeğini alıp götürüyor, gelemeyenlerin ise ayaklarına kadar gidilerek evlerine yemekler servis yapılıyor. Bu hizmetleri senelerdir aksamadan sürdürüyorlar.
Aşevinin ilk açıldığı zamanlarda bir gün Vakfımıza gidiyorlar, huzura çıkıyorlar. Sordukları zaman;
"Efendim, himmet ve tasarruflarınızla yemek dağıtıyoruz" diyorlar.
"Hayır! Dağıtmıyorsunuz!" buyuruyorlar.
Kardeşler şaşırıyorlar. Düşünüyorlar, acaba bir yanlışlık mı yapıldı diye. Yemekler yapılıyor ve gerekli yerlere itina ile dağıtım yapılıyordu.
Yine bir müddet sonra ziyarete gidildiğinde, kardeşlere aynı soruyu soruyorlar, kardeşler de;
"Dağıtıyoruz" dediklerinde;
"Hayır efendim, dağıtmıyorsunuz, iyice araştırınız" buyuruyorlar.
Vakıftan üzüntü ile ayrılıyorlar. Elbette bu işte bir iş vardı. Öyle olmalıydı.
Bursa'ya döndüklerinde bir kardeşimizin annesi, çok yaşlı, kimsesiz, fakir ve garip bir kadıncağızla tanışıyor. Hiçbir şeyi yokmuş. Komşuların getirdiği yemeği yer, verdikleri ile kıt-kanaat geçinirmiş. Evde yakacak ne odunu ne kömürü, ne kullanabileceği doğalgazı yokmuş. Piknik tüpü bitmiş, ev eski, soğuklar bastırmış, evde soba yanmıyormuş. Battaniyesine sarılarak ısınmaya çalışırmış. Devamlı tesbih çekerek zikretmeye gayret edermiş. Hadise öğrenilince bu yaşlı nineye gidiyorlar, onunla görüşüyorlar;
"Bundan sonra kimseden bir şey almamasını, kömürünü alacaklarını, ilaçlarını temin edeceklerini, yemeklerini evine kadar getireceklerini, bir isteği olursa onu yerine getireceklerini" söyleyerek oradan ayrılıyorlar ve yemek listesine bu yaşlı nineyi de alıyorlar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra yine Zât-ı âlileri'ni ziyarete gidiyorlar.
Efendimiz Hazretleri çalışmaları soruyor. Durum arz edildiği zaman;
"Şimdi yemek dağıtmaya başladınız" buyuruyorlar. İşin hikmeti çözülmüş oluyor.
O, kimsesiz, garip kadıncağızın hâli Zât-ı âlileri tarafından ilâhi bir lütuf olarak görülüyor, biliniyor, ona hizmet gitmediğinden ötürü, onun bulunması için tekrar tekrar işaret etmiş oluyorlar.
Urfa'dan mı Aldınız?
Manisa'lı bir kardeşimizin hatırası:
Aşevine bir araba almamız gerekiyordu. Nihayet bir araba bulundu ve galerici olan bir kardeşimizden arabayı aldık.
Efendi Hazretleri'ni ziyarete gidildiğinde, konu arz edildi ve minübüsün alındığı söylendi.
Zât-ı âlileri; "Urfa'dan mı aldınız?" buyurdular.
Biz; hayır efendim, İzmir'den aldık dedik.
Tekrar; "Urfa'dan mı aldınız?" diye sordular.
Biz yine; hayır efendim, İzmir'den galerici kardeşten aldık dedik.
Bir hafta sonra arabanın işlemleri yapılması için gittiğimizde minibüsün sahibinin Urfa'lı olduğunu öğrendik ve Efendi Hazretleri'nin söylediklerinin hikmetini anlamış olduk.
"Büyük Bir Felaket Geliyor!"
Büyük Marmara Depreminden önce Yalova'lı bir kardeşimiz vakıfta ziyarette bulunuyorlar ve ona şöyle söylüyorlar:
"Biz belki görürüz belki görmeyiz ama sen göreceksin. Büyük bir azap, korkunç bir felaket geliyor."
"Duâ ediniz. Biz devamlı Musa Aleyhisselâm'ın duâsını okuyoruz; ‘Bizi bu beyinsizlerin yüzünden helâk eder misin Allah'ım!' (A'râf: 155) diye niyazda bulunuyoruz."
Yıllar sonra o büyük deprem yaşandı.
"Biz onun o gün beyan ettiği gerçeği yaşadığımızda anladık."
"Onu Vakfa Hediye Edeceğim!"
Adapazarı'ndan bir kardeşimiz bir bina yaptırmış. Evleri, işyerleri var. Hali vakti yerinde, çalışıyorlar. Durumları iyi.
Yeni yaptırmış oldukları binayı Kur'an kursu binası olsun diye vakfa hibe etmek istemişler. Huzura giriyor;
"Efendim! Bu binayı alınız!" diye çok rica ediyorlar.
Efendi Hazretleri cevap vermiyor. Kardeş ısrar ediyor, isteğini yine tekrarlıyor. Zât-ı âlileri yine cevap vermiyor. Sükût ediyorlar.
Aradan uzun zaman geçmiyor ki meşhur o yıkıcı Marmara depremi felâketi meydana geliyor.
Kardeş her şeyini kaybediyor. Evler-ocaklar, işyerleri gidiyor, yıkılıyor, yok oluyor.
Geriye sadece Kur'an kursu binası olarak vermek istediği o bina kalıyor.
Kardeşimiz deprem sonrasında huzura çıktığında, Efendi Hazretleri'mize;
"Efendim, Allah sizden râzı olsun, eğer o binayı alsaydınız şu anda elimde hiçbir şeyim olmayacaktı. Sadece o bina kaldı. Ben, ne yapardım acaba?" diyor.
Zât-ı âlileri şöyle buyuruyorlar:
"Efendim! Şimdi anlaşılmış oldu."
Evlilikle İlgili Bir Nasihat:
Yeni evlenen kardeşlerimize, düğünden sonra ilk ziyaretlerinde şöyle buyurmuşlar:
"Kimseyi işinize karıştırmayın, kimsenin lâfına bakmayın, kendi huzurunuzu bozmayın."
Gönülden İstenilen Duâ'nın
Mâlum Olarak Bizzat Öğretilmesi:
Bolu'dan bir kardeşimiz anlatıyor:
"Yıl 1997, âilecek ziyaretlerine gidecektik. Sabah evden çıkmadan kalbimden; ‘Efendimiz Allah'ımızın izniyle bize bir duâ öğretse de, biz de bu duâ yüzü suyu hürmetine nefsimize galebe çalabilsek!' diye geçti.
İdare odasında bizi kabul buyurdu, mübarek elini öptük, duâsını aldık. Bizimle ilgilendi, bazı sohbetler oldu. Kalkmamıza az bir zaman kala, mübârek yüzünü bana çevirerek:
"Efendim size bir duâ öğreteyim: ‘Allah'ım! Nefsime fırsat verme, beni bana bırakma!' diye duâ edin!" buyurdu, o anda içim muhabbetle doldu, huzurla ayrıldık.
Niçin Bağlamadın Deseler
O Bile Yeter:
Yıllar önce bir kardeşin otomobili ile Bursa'dan yola çıkmışlar, Düzce'ye geliyorlarmış. İleride trafik polisleri arabaları durdurup kontrol ediyorlarmış. Kardeşimiz yeni bir kanun çıktığını, emniyet kemeri takmak zorunluluğu olduğunu, cezası olduğunu hatırlatmış.
"Bağlayalım efendim. Bize: ‘Niçin bağlamadın?' deseler o bile yeter!" buyurmuşlar.
"Yavrum Bir Tarafın Acıdı mı?":
Aksaray'dan bir kardeşimiz anlattı:
"Perşembe günleri Aksaray'ın bir köyüne pazar sergilemeye gidiyorum. Âdetimdir, kitaplarımızı da her zaman için beraberimde götürürüm.
Yine birgün sergi açmıştım. Bazı hanımlar geldiler, kitapları görünce başka şeye bakmadılar, kitaplarla ilgilendiler. Bu kitapların satılık olduğunu, almak isteyen olursa alabileceğini, alamayanların okuyup tekrar geri getirebileceğini söyledim. Ona yakın kadın aldılar gittiler.
İçlerinden birisi bir hafta sonra geldi. ‘Bu zât boş birisi değil!' dedi. Benim de o anda ‘Hatmü'l-Evliyâ' kitabı aklıma geldi. Bu kitapta Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi asırlar evvel yaşamış olan birçok zevât-ı kiram'ın bu zât hakkında beyanları olduğunu söyledim. Bunun üzerine kitabı aldı ve gitti.
Aradan iki hafta geçti, bu hanım yine geldi. ‘Senin ismin Metin mi?' deyi sordu. ‘Evet!' dedim. Bunun üzerine gördüğü bir rüyâsını anlattı.
‘Kıyamet kopmuş. Beni cehenneme attılar. Bir odada çeşitli azaplara uğratıyorlardı. Acı içinde kıvranırken: ‘Allah'ım beni kurtar!' diye yalvarıyorum, bana hiç yardım gelmiyor. Biz eşimle birlikte bir yerden dersliyiz. Şeyhimden de himmet istedim, oradan da bana bir yardım gelmedi. Çaresizlik içinde kıvranırkan ulu bir zât geldi, beni avucunun içine aldı, çocuk gibi beni sevmeye başladı. Şefkatle: ‘Yavrum! Bir tarafın acıdı mı?' diye sordu. Bu zâtın kim olduğunu sordum. ‘Bu zât Ömer Öngüt Efendi'dir!' dediler. O anda aklıma kitabını okuduğum zât geldi. ‘Evlâdım! Sen bizim kitabımızı okuyorsun. Sana bu kitapları Metin verdi değil mi?' buyurdu. Ben de: ‘Evet efendim!' dedim. Senin ismini biliyordum, o zâttan öğrendim.'
Hanıma hitaben: ‘Peki, bu zâtın resmini göstersem tanır mısın?' dedim. ‘Tanırım!' dedi. Cebimden resmini çıkarıp gösterdim. Görür germez heyecanla: ‘Vallahi bu!' dedi. kendisine vermem için çok ısrar etti, ben de verdim. ‘Amma bu zâtın dersi de var, ders almak ister misiniz?' dedim. ‘Hemen ver!' dedi, dersini de tarif etmiş oldum.
Bu hanım her hafta sergimin başına gelir, Efendi Hazretlerimiz'i sorar.
Hâlinde kısa zamanda çok büyük bir değişiklik olduğunu söylüyor. Ölçüleri görünce eski gittiği yerin de sahte olduğunu anlamış."
Tayy-i Mekân:
Adapazarı'ndan bir kardeşimiz anlattı:
"Bir Hacc ziyaretimde Medine-i münevvere'de çalışan akrabamız Bahaddin'i kaldığı evde ziyarete gittim. Bana: ‘Sen nasıl dönüş yaptın böyle?' diye sordu. ‘Bahaddin abi, Düzce'de bir zât var Ömer efendi, elini öptüm, onun himmetiyle oldu.' dedim. ‘Yapma ya! Kunduracı Ömer efendi mi?' dedi. ‘Evet, tanır mısın?' dedim. ‘Tanırım.' ‘Nasıl bilirsin?' dedim. ‘Çok değerli bir zâttır.' dedi. ‘Nereden tespit ettin böyle olduğunu?' diye sordum, şöyle anlattı:
‘Ben dedi gençliğimde terzi kalfası idim. O da bizim karşılıklı dükkân komşumuzdu. 1955 seneleri idi. Ustamla beraber İstanbul'a ayakkabı malzemesi almaya gittik. Cuma oldu, Taksim'de namazı kılalım dedik. Usta dedi ki: ‘Bak Bahaddin, üç beş sıra ön tarafta Ömer Efendi var. Baktım hakikaten kunduracı Ömer Efendi gösterdiği yerde oturuyor. Çıkarken yakalayalım dedik, gözümüzün önünden kayboldu. Hemen telefona koştuk, usta Düzce'de dükkânı aradı, çırağa: ‘Kunduracı Ömer Efendi'nin dükkânına bir bak bakalım açık mı kapalı mı?' diye sordu. Çırak koşarak gitmiş gelmiş. ‘Ömer Efendi dükkânda çalışıyor.' demiş."
Hakkı Hak Sahibine Teslim:
Adapazarı'ndan bir kardeşimiz anlatıyor:
1993 yılı Ekim ayının son günleri idi. Efendi Hazretlerimiz'le beraber idare odasında ikimiz bulunuyorduk. Telefon çaldı, açtım baktım.
Bir kimse selâm verdi, Eskişehir'den aradığını söyledi. ‘Buyrun!' dedim. ‘Ben filân zâtın Eskişehir idarecisiyim. Şeyhimiz vefat etmeden bir saat kadar önce yanında halifelerinden beş-altı kişi bulunuyorduk. Bize: ‘Benden sonra Ömer Efendi'ye gidin, onun kitaplarını okuyun, o size yeter!' dedi. Defin işi bitti, aradan bir hafta geçti, şimdi aklımız başımıza geldi. Soralım bakalım dedim, şimdi biz ne yapacağız? Ömer Efendi'den ders mi alalım, yoksa kendi dersimize mi devam edelim?' diye aradım.' dedi.
‘Efendi Hazretlerimiz yanımda, ona sorayım.' dedim ve durumu anlattım.
Zât-ı âlîleri şöyle buyurdu:
"İnsan sular, hayvan koparır. O zaten buradan sulanıyordu. Devam etsinler kendi derslerine, amma gelmek isteyene de kapımız açıktır."
Beyaz Mendil:
Bir kardeşimiz anlattı:
"Vakfımızın ikinci binası inşaat hâlindeydi. Birkaç kardeş tamamlanan yerlerin badanasını yapıyorduk. Yalova'dan gelen bir mermerci ustası da mermer döşüyordu. Mermerleri elektrikli testere ile keserken ortalık toz-duman olmuştu. O anda Efendi Hazretlerimiz geliverdi. Toz-dumanı görünce cebinden beyaz bir mendil çıkarttı, ustaya uzattı ve:
‘Yavrum bu toz sana zarar verir. Al bu mendili de burnunu kapa, ayrıca günde iki yüz gram da yoğurt ye!' buyurdu, etrafa bakındı ve gitti.
O gidince merdivenden indim. ‘O mendili bana ver!' dedim.
‘Hayır vermem! Ben buraya gelirken babam bana: ‘Oğlum oradan gelirken o zâttan bana beyaz bir mendil getir!' demişti.' dedi."
Uzun Ömürlü Dostluk:
Ereğli'den merhum Kenan Pestilci kardeşimiz anlatmıştı:
"Bir ziyaretimde hediye olarak konserve hâlinde çilek reçeli getirmiştim. Ayrılırken tam bırakmak üzere idim ki, şu sözü söyledi:
‘Kenan efendi! Maddiyata dayanan dostluk kısa ömürlü olur, mâneviyata dayanan dostluk uzun ömürlü olur.'
Bu söz üzerine bırakacak derman bulamadım ve paketi alarak ayrıldım."
Rızâ İstersen
İncitme Hiçbir Canı:
Otomobil ile yolda giderlerken önlerine bir yılan çıkmış. Bir kardeş: "Efendim! Yılan öldürmenin sevap olduğunu söylüyorlar, ne buyurursunuz?" diye sormuş
Buyurmuşlar ki:
"Sevap istersen öldür yılanı,
Rızâ istersen incitme hiçbir canı."
Kendisi Daha Güzel!
- Efendim, Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kitapları nasıl?
- "Kitapları güzel, kendisi daha güzel!"
- Siz okuyor musunuz?
- "Kendisi daha güzel!"
Alışmamışız!
Mübarek sırtı kıbleye gelecek şekilde tam oturacaklardı ki;
"Biz şuraya oturalım, alışmamışız." buyurdular ve karşıya oturdular.
•
Uludağ'da bulundukları bir sırada çam dalından tutmuşlar, o anda Düzce'de kendilerinin arandığını söylemişler. Gelenlerin bulamadan döndükleri zaman üzüldüklerini ilâve etmişler.
İnce Bir İrşad:
Abdest alacaklardı. Bu arada kendilerine meyve ikram edildi.
"Efendim, abdestsiz yenmez demiyoruz, her zaman yeriz korkusuyla yemiyoruz." buyurdular.
•
Çankırı'dan bir kardeşimizin hatırası:
Düzce'de bulunduğu yıllarda Zât-ı âlileri'ni ziyarete gittik. Sohbet esnasında bize sedir gibi bir şeyin altında dizili kavonazları gösterip, "Bunları derler misiniz?" buyurdular.
Tek tek bakarak, hangi kavanozda ne olduğunu üzerine yazarak grupladım. Bir kavanoz kaldı. Dıştan içinde ne olduğu anlaşılmıyordu. Kapağını açarak, çay kaşığının ucuyla içinden alıp, "Efendim! Bu kavanozu anlayamadım, bir tadına bakar mısınız?" dediğimde; "Efendim! Şimdi abdestimiz yok, sonra bakarız!" buyurdular.
Abdestsiz olarak; bırakın yemeyi, tadına dahi bakmayı uygun görmediler.
Şurada Satış Yapardınız!
Erzincan'dan İstanbula gelip yerleşen, çeşitli işlerle uğraşıp, yıllar sonra Zât-ı âlileri'yle tanışan bir kardeşimizin hatırası:
İlk geldiğimizde Eminönü'nde, Tahtakale muhitinde belli bir yer bulmuş, orada küçük bir tezgâh açıp, rızkımızı temin ediyorduk. Daha sonra semt pazarcılığına başladık.
Zât-ı âlileri'ni tanıdığımızda pazar işiyle uğraşıyorduk. Bir gün Efendi Hazretlerimiz Eminönü'ne alış verişe geldiler. Biz de yanında idik. O bölgede gezerken, Erzincan'dan gelip, İstanbul'da ilk olarak durup, tezgâh açtığımız yere geldiğimizde; "Biz sizi, burada satış yaptığınızdan beri takip ediyoruz!" buyurdular.
Halbuki zahiren Zât-ı âlileri'yle tanışmamız, semt pazarcılığı yaptığımız yıllarda olmuş, İstanbul'a ilk geldiğimiz yıllarda değil de, yıllar sonra tanışmıştık.
Bize; "Sizi daha buradan itibaren takip ediyoruz diyerek" o durduğumuz yeri göstererek büyük bir şaşkınlığa, hayrete düşürerek bir kerametlerini daha göstermiş oldular.
O Kendisine Yaptı Yapacağını!
Bir kardeşimizin minibüs şoförü olan bir arkadaşı, beş vakit namazını kılan birisine bir otomobil satmış. Namazlı-abdestli olduğu için senet yapmaya lüzum görmemişler. Adam da sonradan bunu inkâr etmiş.
Bunu anlatan arkadaşı dedi ki: "Çok şey yapmayı düşündük amma, Allah'tan bulsun diyerek yakasını bıraktık."
Efendi Hazretlerimiz şöyle buyurdular:
"Sizin yapmanıza lüzum yok efendim, o kendisine yaptı yapacağını."
Anlatmak İşlerine Gelmiyor!
Muhalif ve muarız gruplardan birisi Efendi Hazretleri'nin iç durumunu öğrenmek maksadıyla istihare yapmış. Zât-ı âlileri'ni Lâfza-i celâl ile işlemeli bir kaftan giymiş olarak görmüş. Herkes hayranlıkla bakıyormuş. Bu rüyâsını bir kardeşimize anlatmış ve "Ben onun iç yüzünü öğrenmek istedim, Cenâb-ı Hakk da böyle gösterdi. Bunu sadece sana anlatıyorum, başka kimseye de anlatmadım" demiş.
Zât-ı âlileri'ne arz edildiğinde şöyle buyurdular:
"Anlatmak işlerine gelmiyor, çünkü birisi duyarsa belki uyanır.
Hazret-i Allah bunu ona kasten göstermiş. O rüyâ ile onu mesul edecek. "Sen benden hakikati öğrenmek istedin değil mi? Ben de sana gösterdim, niye çevreni uyarmadın?" Diye mesuliyetleri çok büyük olacak.
Biz O diyoruz, başka bir şey demiyoruz. Bunun sırrı burada toplanıyor. O tecelli ediyor da kabuğu gösteriyor. Çünkü başkası onu göremez kabuğu görür."
Her Şey Yalnız Allah İçin Olmalı:
Bizim yolumuzda yeme-içme, maksat-menfaat yoktur. Bize yemek-içmek için gelenler gelmesinler. Onlar bizden, biz onlardan uzak olalım. Bu temel üzerine bina kurmaya başlarsak sonu çok rahat olur.
Yük olmamalı, maksat-menfaat olmamalı, her şey yalnız Allah için olmalı. Mevlâ bir kulunu hizmet için ileriye sürmüşse, bir ömür boyu onun şükrü eda edilemez. Onun ikram ve ihsanı çok büyüktür. Bundan nefse paye çıkarmak, menfaate tevessül etmek, O'nun ikramını basit ve adi şeylerle değiştirmek demektir. Padişahlar padişahı yetmez mi sana?
Bir boğaz için hiçbir zaman hiç kimseyi rahatsız etmeye hakkımız yok. Nihayet bir karın doyurmak değil mi? İnsan zeytin-ekmekle de doyar. Ve onu veren Allah'a şükretmek gerek. Bu yolda yük olmak, âlemin sırtından geçinmek yok; gaye, maksat, menfaat yok... Bunlardan birisi girerse, Hazret-i Allah lütfunu çeker alır. Bu aklınızda kalsın.
•
Bir gün kardeşlerle beraber Zât-ı âlileri İzmir'e giderler. İnceliklerini gösteren bu hadisatı bizzat kendileri şöyle anlatırlar:
"O gidişimizde İzmir'de işimiz de vardı, kalmamız icabediyordu. Fakat yanımızda iki kardeş olduğu için dönmeyi tercih ettik. Herkesin misafirhanesi yok ki, herkesin durumu müsait değil ki... Yola çıktık, fakat hava birden değişti. Kar, fırtına, tipi... Döndük, otelde kaldık. İkinci gün yola çıktık. Bir de baktık ki, birçok arabalar yolda kalmış, kimisi kaymış devrilmiş. Ve yolda o gün kaza oldu. Yani kaza bu şekilde oldu.
Demirci'de iken bir hâl tecellî etmişti. Mühim bir hadise olacağını biliyoruz, fakat ne olacağını bilmiyorduk. Yani hayatımız pahasına da olsa hareket etik.
Gönül istiyor ki, bu düstur size yerleşsin. Yemek-içmek, yatmak-kalkmak katiyen bu yolda yaşamasın, kim ki ruhunu yaşatmak istiyorsa..."
Allah Yolu:
Efendilerimiz bu yolu Allah yolu diye tertemiz bırakmışlar. Şahsın ismi geçmemeli, bunu şahsa maletmemeli.
Cenâb-ı Hakk bir mahlûkunu kölelik şerefine nail ederse, ondan daha büyük fazilet yoktur. İkinci bir isim takmak bize çok acaip geliyor.
Bunun içindir ki sırası geldikçe size arzediyoruz. Elimden gelse ismimi değil cismimi de kazıyacağım diye.
Ad yapıp çığır açmayın. Yol Allah'ındır, dilediğine verir. Bölücülükten tefrikadan çok çekinin. Birçok insanların böyle helâk olduğunu gördüm ve görüyorum.
Meselâ bir gurup çıkmış, o muhterem hocaefendinin yolundan ayrılmışlar. Hiçkimseyi vekil bırakmadığı için, mebus seçer gibi reyle seçmişler.
Bölücülükten çok çekindiğimizden, böyle hadiselere meydan vermemek için tedbir mahiyetinde bunları söylüyoruz. Yoksa Hazret-i Allah nasıl murad etmişse öyle yapar.
Dünya'nın Aslı ve Mahiyeti:
Geçen gün dünyanın bir köşesini gösterdiler.
"Şu sizin canla sevdiğiniz dünyanın aslı ve mahiyeti budur!" dediler.
Allah Allah dedik, biz insanlar ne kadara gafiliz. Halbuki yarından emin değiliz, her an göçmeye mahkûmuz. Böyle iken dünyaya kökleşmeye çalışıyoruz.
Resme Değil,
Resmin Ötesine Bakmak!
Bir âbid resme bakar cisme bakar. Deruni noktalara âşina değildir.
Cenâb-ı Hakk'ın manaya ulaştırdığı kimseler ise deruni noktalara nazar eder.
Resme değil, resmin ötesine bakar. Aradaki fark çok büyüktür.
Mânevi Derece:
Şeyh Es'ad -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz'den bahsettiler:
"Hazret-i Allah ne kadar büyük şehadet makamı bahşetmiş. İbtilâya bakın. Zaten bu ibtilâ onların büyüklüklerinin alâmet ve işaretidir.
Bir insanın büyüklüğünü görmek istiyorsanız, ibtilâsına bakın. Manevi derecesini o nispette ölçmüş olursunuz."
•
"Medine-i Münevvere'de bulunuyoruz.
Bir gün baktık Şeyh Es'ad -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz bir yere girdiler. Oraya girmeyi istemiyorduk, fakat mecbur olduk. O cereyan orada geçti, kardeşlerin bir kısmı da yola çıkmışlardı. Hazret-i Allah onların yerine başkalarını kondurdu, onlar istifade ettiler. Giden kardeşler de o sohbetten mahrum oldular.
Piran-ı İzam'ın -kaddesallahu esrarehüm- tasarruf ve himmetleri bambaşka. Zamanın mürşidini yürüten onlardır. Onların tasarrufları altında yürür ve yürütür."
Rahmet Gecesi:
Mübarek bir gecede Mevlid-i şerif arasında bir hafız kardeşimiz Kur'an-ı kerim tilâvet ediyordu. Sık sık azap kelimeleri geçerken bir yerde takıldı ve ne kadar başından almışsa da gerisini getiremedi. Tebessüm ederek şöyle buyurdular:
"Ceza gecesi değil, rahmet gecesi!"
Misafir Sevgisi:
Düzce'de bulundukları yıllarda ziyaretlerine gelen birkaç misafirine şu mütevâzi sözleri söylediler:
"Burası benim evim değil, misafirhanedir. Kalbim kapıdan daha çok açıktır."
Mânevi Ziyaretler:
Zât-ı âlileri'yle birlikte Ashâb-ı Kehf'e gitmiştik. Kardeşler arabayla çok yakına kadar girmişler.
Efendi Hazretleri; "Yahu bu kadar yakına gidilir mi, büyük zâtların yanına arabayla bu kadar yaklaşılmaz. Araba geride bırakılır, yürüyerek gidilir huzurlarına" buyurdular.
Sonra bana dönüp, "Bak sabah kendini ateşe atmıştın ama baktım niyetin halis tuttuk. Hata herkes yapar. Hepimiz yapıyoruz. Önemli olan niyet." buyurdular.
Daha önceki bir mevzudan dolayı beni uyardılar.
O sabah Ashâb-ı Kehf'e gelirken Efendi Hazretleri'ne "Bu sabah yemekte bizimlesin." buyurmuşlar. "Şimdi onların misafiriyiz, mânevi ziyafeti verdiler." buyurdular.
Rızık Temini İçin:
Kurban bayramına yakın kıymetli günlerde Bolu Seben'e cami inşaatı için gidecektik. Gitmeden önce Mübarek'e uğradık. Efendi Hazretleri'ne "Oraya gidersek bu kıymetli günleri değerlendiremeyeceğiz, gitmezsek adamlar başkalarını bulacaklar, ne yapsak?" diye sordum.
"Hiç vakit kaybetmeden o işi yapmak için gidin. Helâl rızkın onda dokuzu çalışmaktadır efendim" buyurdular.
Hacc'da Karşılaşma:
Düzce'den bir kardeşimizin hatırası:
Mübareklerle Hacc'a gideceğiz. İki araba yola çıkacaktık. Bir arabaya mübarekler ve dört kardeş binecek, diğer arabaya biz ve diğer kardeşler binecektik. Mübarekler yola çıktılar. Fakat bir vesile ile bizim gideceğimiz araba bizi alamadı. Biz de hazırlanmıştık. Şimdi ne yapacağımızı şaşırdık.
Bizim buradan kalkan bir kafile vardı, önce İstanbul'a Eyüp Sultan Hazretleri'ni ziyaret edecekler, öyle yola koyulacaklardı, birden aklıma onlar geldi. Hemen bir araba ayarlayarak İstanbul'a yola çıktık ve kafileyi Fatih'te yakaladık. Yeriniz var mı diye sorduğumuzda, tam bizim kadar yerlerinin boş olduğunu öğrenince sevindik ve hemen onlara dahil olduk.
Tabi biz orada Mübarek'leri bulmak, onlara dahil olmak arzusundaydık.
Basra'dan dolaştık. Harem-i şerif'e akşam üzeri vardık. O akşamı sabaha kadar gezdim. Nerede kaldıklarını aradım, bir sene önce kaldığımız eve gittim, orada yoklardı. Oraya gidiyorum, buraya gidiyorum sabaha kadar gezdim, fakat bulamadım.
Harem-i şerif'te namaz vakti oldu, namazı kıldık ve çıkmaya başladılar, bir direğin dibinde oturmuş etrafa bakıyordum. Bir yandan da râbıta yapıyordum, başımı çevirdim ve bir baktım ki karşımda Efendi Hazretleri. Öyle sevindim ki...
Biz onları bulamadık ama, onlar bizi buldular. Çok kalabalık, nerede ve nasıl bulunacak...
"Sonra Sizinle Görüşelim":
Tuzla'dan bir kardeşimiz anlattı:
"2004 yılında Hacc'a gitmek için eşimle beraber Efendimiz Hazretleri'nden duâ almaya gittik. ‘Hayırlı olsun inşaallah!' dedi. Tam kalkacağımız sırada: ‘Sonra sizinle görüşelim.' buyurdular.
Aradan on beş gün kadar geçti, zamanımız da vardı. Tekrar huzura çıktığımda yirmi bir yaşında iken başından geçen bir hadiseyi anlattı. Hacc'a gitmeye niyetlenmiş, bu niyetle Hacc parasını biriktirmiş. Fakat elindeki para bir anda erimiş. Hiç kimseye borç para da vermediği hâlde bu paranın bir anda elinden gitmesine hayret etmiş. Buna rağmen Hacc'a gitmeye çok kısa bir zaman kala yine Hacc parası birikmiş ve o sene gitmiş.
Bunu bana niçin anlattığını önce anlayamadım. Hacc paralarını yatıracağımız sırada paramız çalındı ve gidemedik. Bize işareti vermişler amma anlayamamışız, sonra mânâsı çözüldü ve bir sene sonra nasip oldu."
Gözle Görülen Lütuflar:
Ankara'dan bir kardeşimiz anlattı:
"Ankara'nın içinde çalışıyorduk. Bir işyerine girdik. Henüz kitapları tanıtmaya bile fırsat olmamıştı ki, dükkân sahibi kucağımızda kitaplarla bizi görünce: ‘Seçtiğiniz iki kitabı masaya bırakın, parasını alın çıkın!' dedi. Ne demek istediğini önce anlayamadık. ‘Beyefendi hayırdır inşaallah, biz daha size kitap tanıtmadık?' dedik.
Bize şu karşılığı verdi:
‘Ben bu gece rüyâmda dükkânıma iki kişinin geldiğini ve bana iki kitap bıraktığını gördüm.'
Biz de iki kitap seçip masasının üzerine koyduk, parasını alıp çıktık."
Şehitliği Mâlum Olan Asker!
Düzce'ye bağlı eski adı Üskübü olan Konuralp beldesinden bir kardeşimizin anlattıkları:
"Oğlum askere gidecekti. ‘Gel oğlum Efendimiz'in duâsını alalım.' dedim, beraberce Düzce'ye geldik. ‘Efendim! Oğlum Erzincan'a askere gidiyor. Duâ edin de inşaallah sağ-salim gider gelir.' dedim. Elinde ayakkabı işi vardı, hiç duymamış gibi işine devam etti, bir cevap vermedi. Belki duymamıştır diye takrar ettim, yine oralı olmadı. Kalktık ikimiz de elini öptük. ‘Güle güle yavrum!, Allah'a emanet ol!' dedi, başka bir şey demedi.
Dışarıya çıktığımızda, içimde hiç tarif edemeyeceğim bir duygu belirdi. Oğlumu otobüsün yanına kadar götürdüm, kucakladım, öptüm ve uğurladım. Sanki bir daha göremeyeceğim gibi geldi. Boynu bükük, kalbi kırık olarak eve geldim, kimseye de bir şey diyemedim.
Aradan bir zaman geçti, köye bir asker geldi. ‘Amca sizi askerlik şubesi başkanı istiyor.' dedi, bir yazı imzalattı ve gitti. Günlerdir zaten içim kavrulup duruyordu, gönlümdeki ateş daha da arttı. Apar-topar şehre indim, doğruca şubeye gittim. Kapıdaki nöbetçiye yazıyı gösterdiğimde birden durumu değişti, hemen içeriye gitti, az sonra şube başkanı kapıya geldi. ‘Amca içeriye buyrun!' dedi ve odasına aldı. Yanıma oturdu, hâl-hatır sordu. Nefesimi kesmiş bir şekilde bir şeyler bekliyordum. Nihayetinde beklediğim sözü söyledi: ‘Amca ne mutlu sana! Şehit babası oldun!' dedi, boynumu büktüm, ağlayamadım da. Oradan gelen yazıyı okudu ve durumu teferruâtıyla anlattı.
Askerî bir tatbikat esnasında şehit olmuş. Öyle bir yararlılık göstermiş ki herkes hayran kalmış. Bütün komutanlar şehit olduğu yere gömülmesi için istekte bulunmuşlar ve oraya gömülmüş.
Şubeden çıkar çıkmaz doğruca Efendi Hazretleri'ne gittim, durumu anlattım. Öyle tesellî edici sözler söyledi ki, inanın, o anda kor gibi yanan gönlümün ateşi bir anda sönüverdi.
Köye geldim, ev halkına anlattım, ağlaştık, acımızı içimize gömdük, oğlumuzu Rabb'imize emanet ettik. Bir-iki gün içinde evcek Erzincan'a gittik, oğlumuzun kabrini ziyaret ettik. Bize orada çok hürmet ve iltifatlar ettiler, acımız tazelendi.
Aradan bir zaman geçti, oğlumla ilgili olarak kızım bir rüyâ görmüş. Şehre inerek Efendimiz'e anlattım.
"Oğlunuz öyle bir şehit olmuş ki, tâ buradan oraya giderek kabri ziyaret edilecek bir kimse olarak şehit olmuş!' buyurdu."
Gelişinden, Edebinden:
Bir gün havuzun başında oturuyoruz. Yaşlı bir zât geldi. "Bu benim ikinci gelişim. Ben filân yere müntesibim. Adapazarı'ndaki ihvanınıza bakıyorum, hayran kalıyorum. Bizde çok çalışanlar var, fakat hep boş, çünkü o hava yok. Duâ et ki, Allah'ım bize de o hâli versin. Ben sizden bunu ricâ etmek için geldim." dedi.
"Allah'ıma sonsuz şükürler olsun. Allah-u Teâlâ kime verirse, şahısta hiçbir şey yok."
Bir gün de bir kardeşimiz geldi. "Ben Adapazarı'ndan hiç kimseyi tanımıyorum, fakat hepsini tanıyorum." dedi.
"Nereden tanıyorsun?" diye sorduk.
"Gelişinden, edebinden." dedi.
http://www.hakikat.com/dergi/205/bsyz20502.html
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
HUSUSİ VE UMUMİ
HÂL VE HATIRALAR
Mahviyetin En Âlâsı:
Fıtratı icabı beğenmediği hususların çok olduğunu, herkesi tenkit ettiğini, bu sebeple de herkesin kendisine cephe aldığını söyleyen bir kardeşe sözleri:
"Ben hayatta kendimden küçüğünü bilmiyorum ki küçümseyeyim. Kendimden daha ayıbını görmüyorum ki ayıplayayım."
Bir beyanları; "Herkesi hoş, kendimi boş bilirim!"
Bursa Ziyaretleri Sırasında
Görülen Mânevi Hâller:
Efendi Hazretlerimiz Bursa'ya geldiklerinde, Emir Sultan -kuddise sırruh-, Molla Hayâli -kuddise sırruh-, İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- ve Üftade -kuddise sırruh- Hazretleri ile Osman Gazi ve Orhan Gazi Hazretleri'ne uğrarlardı.
Bir seferinde Bursa'da bir kardeşimiz ile beraber Osman Gazi ve Orhan Gazi'nin türbelerini ziyaret etmişlerdi. Kardeşimiz yaşadıklarını şöyle naklettiler.
Osman Gazi Hazretleri'nin ziyareti yapılıp Orhan Gazi Hazretleri'nin türbesine 2-3 metre kala ziyaret yaparken hemen arkasında iki zât-ı muhterem bir anda belirdi. Onların biri uzuna yakın, biri orta boylu idi. Duâları esnasında onlar da duâ etmeye başladılar. Efendi Hazretleri duâsını bitirdikten sonra o iki zât ellerini öpmek istediler, Efendi Hazretleri öptürmedi, musafaha yaptı.
Bu zâtlar daha sonra Orhan Gazi türbesine girdiler, ben kim bunlar diye bakayım derken, mübarekleri bırakmayım dedim ve geri döndüm, döndüğümde Efendi Hazretleri'nin önünde yaşlı bir zât ile yanında orta yaşlı bir genç duruyordu. O yaşlı zât mübareğe ismini sordu, çok mütevazi şekilde "Ömer" dedi. O yaşlı zât ona koku ikram etti. O da ona "Nerelisin?" dedi ama cevabı tam hatırlamıyorum.
Daha sonra bir sohbet anında o iki zâtın uzun boylu olanının Orhan Gazi ve orta boylu olanının Osman Gazi olduğunu, o koku süren yaşlı zâtın da İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri olduğunu söylemişlerdi. O da orta boylu nurlu bir zâttı. Bize de koku sürmüştü.
Bu hâl ile ilgili olarak ziyaretine gelen bazı kardeşlerimize olayı anlatmışlar ve akâbinde şöyle buyurmuşlardı:
"Bu zâtlar Osman Gazi ve Orhan Gazi'dir, biz onları ziyarete geldik, onlar da bizi ziyarete gelmişler."
Emir ile değişik zamanlarda yapılan bu tür ziyaretlerinde, hep mânevi hâller yaşanmış, bu yaşanılan mânevi hâlleri bazen yanında götürdükleri kardeşlerimize ifşa etmişler, bazen de ziyaret bittikten sonra yaptıkları görüşmeleri izah edip, kendileri ile ilgili mevzulardan veyahut bazı olaylardan haber verdiklerini beyan etmişlerdir.
Mâlum Olan Yiyeceğin İkrâmı:
Bir kardeşimiz ziyarete geleceği sabah önüne bir tabak çilek koymuş, tam yiyeceği sırada nefsinin arzusunu kırmak için vazgeçmiş. Ziyarete geldiklerinde Zât-ı devletleri mutfağa geçmişler ve bir tabak çilekle gelmişler. "Bunun hepsini bitireceksiniz!" buyurmuşlar. Kardeşimiz bir taraftan yerken bir taraftan da sabahki durumu anlatmaktan kendini alamamış. Gülmüşler. Daha sonra gayr-i ihtiyâri bir çok ifşaatlar geçmiş. Kardeşimizden bunları duyan bir başka ihvan, hatıra olarak kaydetmek maksadıyla bu mevzuyu arzettiğinde buyurdular ki:
"Bu yolun önderlerinin durumunu ihvan bilse, akılları almaz. Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz: ‘Sizin perhize gücünüz yetmez. Sizin riyâzetinizi biz yaptık.' buyurmuşlar.
O gün gayr-i ihtiyâri ağzımızdan çıktı. Bizim kaç gün aç, kaç gün susuz kaldığımızdan kimsenin haberi olmaz. Sonra bu yapılan işler, yine büyüklerin himmeti ile olur.
Meselâ Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz şöyle buyururlar:
"Büyüklerden bir zâtla görüştüm. ‘Bahaddin! Seni bugün iyilerin içinde görüyorum.' dedi. ‘Himmet buyurun olur inşaallah.' dedim. ‘Tenha bir yerde nefsini çekip aç dur.' buyurdu. Bir gün dağın eteğine çekildim, orada üç gün aç kaldım. Üç gün sonra şu şu hadiselerle karşılaştım. Bunu kendim yapmak istediğim zaman muvaffak olamadım da, himmet buyurduklarında her şey kolaylaşıyor."
Onun için himmete dayanıyor efendim bu işler."
Gelmesini İstemedikleri Halde
Gelenlerin Hediye Edilmesi:
Düzce'deki hânelerinde idiler. Bir bayram günü idi. Ziyarete gelenlerden birkaçı birer kutu şekerleme getirip hemen girişteki masaya koymuşlar. Orada bulunan bir kardeşimize: "Bunları buradan kaldırın, gelenler hep böyle oluyor zanneder" buyurarak böyle bir alışkanlığın olmamasını rica etmişlerdir.
Yıllar öncesinden Zât-ı âlileri'ni tanıyan merhum Hamdi Bey şöyle anlatırlar:
"Bir gün iki elinde büyükçe iki paketle bizim dükkâna geldiler. İşimin olup olmadığını sordular. Bir yere kadar gidip geleceklerini söylediler. Benim de durumum müsait olduğu için, beraberce Konuralp, Üskübü'deki Verem Hastanesi'ne gittik.
Hastaneye girdiğimizde paketleri açtılar. İkisinde de kutu kutu, paketlenmiş lokum, şeker vs. vardı, onları hastaların kaldığı koğuşlardan her birine birer tane dağıtarak ve hastalarla biraz sohbet ederek, hediye ettikten sonra tekrar beraber döndük."
İşaret Edilen Adapazarı'nın
Günümüzdeki Hâli:
1985 yılında Zât-ı âlileri şöyle buyurmuşlardı:
"Adapazarı'na sık sık uğramak niyetindeyiz.
Ayağımızı inşaallah çekmeyeceğiz.
Çok büyük istikbâl görüyoruz, mânevî istidat var."
Ve zamanla Adapazarı'nda Vakıf kuruldu, vakfın merkez yeri oldu. Nice hikmetler husule geldi.
Bugün de Zât-ı âlileri orada bulunuyorlar.
Sizi Buraya Çekmeye Çalışıyorduk...
Gölcükten rahmetli Hayrettin Efendi'nin bir hatırası:
Perşembe akşamları mübareklerin evinde ders olurdu. Biz de Gölcük'ten bazı zamanlar katılırdık. Bir perşembe günü Düzce'ye doğru yola çıktım. Evlerine gelip, kapıyı çaldım, fakat ne açan var ne de gelen. Bekledim. Ama hiç kimse gelmiyordu. Ders mutlaka var ama kim bilir nereye gittiler ve nerede yapıyorlardı. Tabi o zaman ne cep telefonu var, ne de başka bir şekilde iletişim. Sanki bütün Düzce başımın üzerine yıkıldı, çok üzüldüm. Yapacak hiçbir şey yoktu ve tekrar geri Gölcük'e dönecektim.
Yol kenarından gidiyorum, aklım başımda değil, büyük bir üzüntü içindeyim. Bu hâlle yürürken arkamdan bir araba gelerek hafif bir şekilde bana çarpttı. Bu çarpma esnasında ben bir bahçe kapısından içeri doğru düştüm, yuvarlandım. Bir de baktım ki sesler geliyor, bir sürü ayakkabı var. Yavaş, yavaş evin kapısına doğru gittim ve kapı aralığından mübarekleri ve kardeşleri gördüm. Öyle sevindim ki. Elleriyle bana "Gel, gel!" işareti yapıyorlardı.
Yanlarına doğru oturdum, bana;
"Hacı efendi buyrun, gelin oturun, derse devam edelim. Şimdiye kadar sizi buraya çekmeye çalışıyorduk, buyrun oturun da devam etsin!" buyurdular.
Evlerine gelmem onlara mâlum olmuş ki, bizi bazı sebepleri vesile kılarak buraya kadar çekmişler.
Bulduran Rabb'ime şükürler olsun.
Beyaz Üzerine, Yeşil Çizgi:
İstanbul'dan bir kardeşimizin hatırası:
1991'li yıllarda Efendi Hazretlerimiz'i yeni tanımıştım. O aralar okuduğum bir kitapta, Osmanlı zamanındaki tasavvuf yaşantısından bahsediyordu. Tasavvuf ehli zâtların her bir hocanın bağlılarının farklı renkli hırkalar giydikleri anlatılıyordu. İşte kimilerinin beyaz hırka, kimilerinin siyah hırka vs. giydikleri, bu sayede kim hangi hocanın talebesi olduğu sormadan belli oluyordu.
Bu hâl dışında bir de Seyid olan zâtların taşıdıkları sarıkların üzerine yeşil bir sargı, kurdela misali ince bir bez ile beyaz üzerine yeşil çizgi ile ayrıldıkları ve halkın bu zâtları görünce Seyid olduğunu anlayıp, ona göre hürmet gösterdikleri yazıyordu.
Günümüzde böyle bir durum olmadığı için, gayr-i ihtiyari gönlümden; "Efendi Hazretlerimiz de Seyid, fakat dışarıda sarık takmadıkları için, bu yeşil çizgi durumu nasıl olurdu?" diye geçti.
O hafta Vakfımıza Cuma namazına gittik. Cemaat yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı, biz de ön safta oturuyorduk. Bu arada Efendi Hazretlerimiz üzerinde beyaz bir cübbe olduğu halde geldiler ve ön safta oturdular. Fakat bu geliş öyle bir gelişti ki, gönlümün içerisinde gezen o yeşil çizgilere bir cevap niteliğinde bir gelişti. Çünkü giydikleri beyaz cübbenin kollarında birer şerit halinde yeşil çizgiler vardı. Fakat ondan sonraki yıllarda bir daha böyle bir cübbesini görmedim.
Efendimiz o gün bize karşı bir keramet göstermişlerdi. Tabii ki bu gönülden geçen duygu Zât-ı âlileri'ne malûm olmuş, seyyidliğinde şüphe olmayan Efendimiz, yine de sevenlerine bu hali tezahür ettirmişlerdi.
Kardeş Ciğerinden Rahatsız!
Zât-ı âlileri her sabah misafir kabul ettikleri odalarına inerler ve orada misafirleriyle görüşürlerdi. Yine bir sabah ellerinde küçük bir kavanoz olduğu halde aşağı iniyorlar. Orada görevli bulunanlara; "Bu kavanoz İstanbul'dan filân kardeşe gidecek. Kardeşimiz ciğerlerinden rahatsız!" buyuruyorlar.
Kavanoz işaret ettikleri kardeşe geliyor. Tabi görünüşte herhangi bir rahatsızlık görünmüyor fakat, yapılan tahlil ve tetkikler sonrası ve ortaya çıkan rahatsızlığı sonucu "Karaciğerinden rahatsız olduğu" anlaşılıyor.
Zât-ı âlilerine mânen bildirilen rahatsızlıktan, kardeşimiz ancak tetkiklerden sonra haberi oluyor. Kavanozda gönderilen terkip ile belki nelerin önüne geçildiğini Allah bilir.
Her haliyle ihvanını düşünen, zahiren ve batınen ihvanı ile ilgilenen, her hallerine nazar edip gerektiği zaman ifşa eden Efendi Hazretlerimiz'in bir kerametleri daha ortaya çıkıyor.
Bir Daha Belki Böyle
Bir Hâli Bulamaz!
Düzce'den bir kardeşimizin yıllar yıllı hafızasından çıkmayan bir hatırası:
Kardeşim çok rahatsızdı, rahatsızlığı ilerledi ve hastaneye yatırıldı.
Efendi Hazretleri hastaneye ziyarete geldiler. Yanında oturdular, bir müddet durdular ve akabinde bize dönerek; "Hacı Efendi! Soruyorlar, gitsin mi kalsın mı?"
Bizde bir şaşkınlık husule geldi. Tabi bu esnada kısa bir süre bir şey diyemedik, Zât-ı âlileri;
"Bu hâli çok güzel, bir daha belki böyle bir hâli bulamaz" buyurdular.
Biz de hemen "Gitsin!" dedik.
Ve kısa bir süre sonra kardeşim ruhunu teslim etti.
Defin işlemleri yapıldı. O akşam rüyâmda kardeşimi gördüm, bana şöyle dedi; "Abi! Kalsın diyeceksin diye öyle korktum ki!"
Efendi Hazretlerimiz'le beraber birkaç gün sonra kabristana ziyarete gittik.
Kabrin başına geldiklerinde; "Burada değiller, Cennetü'l-Bâkî kabristanlığına nakletmişler" buyurdular.
Velilerinin Güneşi:
İskenderun'dan bir kardeşimiz Efendi Hazretlerimiz'le ilk karşılaşmasını anlatıyor:
"1978 yılının Ağustos ayı idi ve günlerden Ramazan'dı. Bir ikindi vakti Düzce'ye Efendimiz'i ilk olarak ziyarete gittim, üç kişi idik. Kapıya geldiğimizde orada bulunan bir kardeş misafir olduğunu haber vermek için zile bastı. Ben hayalimde sarıklı cübbeli bir zât tahayyül ediyorum. Kapı açıldı, başında takkesi ile karşımıza bir hacı amca çıktı. Gözüme boyu epey kısa göründü. O anda ben şaşırdım ve: ‘Allah Allah! Bu da nasıl şeyh? Böyle de şeyh mi olur?' dedim. O anda içimden denildi ki:
‘Sen onun görünüşüne niye aldanıyorsun? İç âlemine baksana!'
Bizi hâne-i saâdetine aldı. Yukarıya çıkınca boyu birden değişti, sanki başımı kaldırıp yüzüne bakıyordum.
Akşam zaten yakındı, bize iftar sofrası hazırladı. ‘Efendim bize su içmek yasak, olur ki sizi de ihmal ederiz, siz dilediğiniz kadar için.' buyurdu.
Amma ben çok susadığım halde utandığım için içmemeye çalışıyordum. O anda bana dönerek:
‘Efendim siz için suyunuzu! Bizim gibi yapamazsınız, zira biz alışkınız.' buyurdu.
Sonra hep beraber akşam namazı kıldık. Evvâbin namazı için kalkıldığında içimden: ‘Ben iki rekât kılar otururum, nasıl olsa daha ders almadım.' dedim. Bunun üzerine tam olarak bana döndü ve: ‘Efendim! İki rekât dahi olsa bu namazı mutlaka kılalım.' buyurdular.
Gönlümden geçen her duygunun karşılığını bir anda alıyordum.
O gece misafirhanede kaldık. Biri sabah namazından önce, biri de namazdan sonra olmak üzere iki rüyâ gördüm. İlk rüyâmda ayakta abdest bozuyorum. Dökülen necaset dizden aşağı pantolonumu kirletiyordu. Yıkamaya çalışıyordum, o ara namaz vakti geçmek üzereydi.
İkinci rüyâmda ise yine beraber olduğumuz o iki kişi ile sabah namazı kılmak için kalkmışız. Abdest hazırlığı yaparken birden güneş doğdu. Kuşluk vaktine kadar yükseldi. Fakat o güneş normal güneşten daha büyüktü ve birden kayboldu. Gözümün gördüğü herşeyi bembeyaz kar kapladı.
Sabah kendileriyle görüştük. Önce ilk rüyâyı anlattım.
"Katiyetle ayakta abdest bozmayın!" diyerek ikaz ettiler.
İkinci rüyâyı anlatınca ise:
"Efendim o güneş Allah-u Teâlâ'nın velilerinin güneşidir. Bununla size ders vermemiz emredilmiş." buyurdular ve dersimizi tarif ettiler."
Zaman zaman ziyaretlerine gittik, bir yıl sonra gittiğimiz ziyaretimizde şöyle bir suâl sordum:
Efendim! Biz Zât-ı âlinizden daha uzun yaşayacak olursak, o zaman bizim hâlimiz ne olacak?
Şöyle buyurmuşlardı:
"Sizin her şeyiniz hazırlanmıştır, hiçbir şeye ihtiyacınız olmayacak."
Otuz küsür sene önce söylenen bu söz, bugün için tezahür etmiş, o zaman hayalât olan bizim anlayışımız, bugün hakikata dönüşmüş ve gerçekten her şeyin hazırlandığı, hiçbir şeye ihtiyacımızın olmadığı aşikâr olmuştur.
Yüz Yirmi Dört Bin Peygamber Sizinle!
Rahmetli Ahmet Özcan Efendi kitap tanıtımı için Adana, Antalya taraflarında bulunuyordu. Tarsus'ta gezerlerken aniden yaşlı bir zât önüne durdu; "Yüz yirmi dört bin peygamber sizinle beraber" dedi ve kayboldu, demişti.
Arz edildiğinde; "Rical-i gayb'dan kimseler!" buyurmuşlardı.
İhvanın Vefat Haberi:
Düzce'den bir kardeşimiz 1986 yılında vefat ettiler ve akabinde bazı kardeşler Zât-ı âlileri'ni ziyarete geldiklerinde şöyle mevzu geçti.
"Allah rahmet eylesin. Bir kardeş daha vefat edecek amma kim olduğunu bilmiyoruz. İki gün evvel Manisa'dan bir kardeş geldi. "Rüyâmda gördüm ki Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'le Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz vefat etmişler de cenazeleri geliyormuş." dedi. "Eğer bu rüyâ Rahmânî ise cenâze iki olacak, Allah-u âlem iki ihvan vefat edecek." dedik.
Bir tanesi gitti, ikincisi kim olacak onu bekliyoruz. Bu hadise dün akşam olmuş, kardeşi ceryan çarpmış, İstanbul'a kaldırmışlar, bugün ölüm haberi geldi. Allah rahmet eylesin. İnşaallah o görülen rüyâ gibidir. Allah'ım o lütfa nâil ve dahil olmak suretiyle aldığı kullardan etsin. İnşaallah iyi gitti. Hepimizin beklediği o, hepimiz aynı köprüdeyiz. Allah'ım kâmil iman ihsan etsin."
Bir süre sonra bir kardeşimiz daha vefat ettiler.
İbadetin Gizlisi:
Uçakla Hacc'dan dönüyorlarmış. Yorgun oldukları için, oturdukları koltukta gözlerini kapatmışlar, dinleniyorlarmış. Yanlarında bulunan Düzceli iki kardeşimiz de tesbihlerini çıkarmışlar, virdlerini yapıyorlarmış. Bir ara gözlerini açmışlar, ellerinde tesbihleri görünce sormuşlar. Onlar da ders yaptıklarını söylemişler. O anda buyurmuşlar ki:
"Tesbih evden başka bir yerde çıkmaz."
•
1974 yılındaki Hacc yolculuğuna bir kaç kardeşle steyşın bir taksi ile çıkmışlar. Taksinin sahibi olan kardeş küçük bir Türk bayrağı almış, cebine koymuş. Hacc'a gittiklerinin bir işareti olsun diyerekten müsaade isteyerek yola çıkarken taksinin bayrak direğine takacakmış.
Tam arabaya binecekleri sırada:
"Arabada Hacc yolculuğuna dair hiçbir işaret bulunmasın!" buyurmuşlar.
Hududa yaklaştıklarında: "Efendim Bağdat tarafından mı Şam tarafından mı gidelim?" diye sorulmuş. "En kısa yoldan." buyurmuşlar.
Giderken gelirken hiçbir yere uğramamışlar. "Kaynağın başında olan çeşme aramaz." buyurmuşlar. "Sizin ziyaret etmek istediğiniz bir yer varsa biz mâni olmayalım." sözünü ilâve etmişler.
O mübarek topraklara varıncaya kadar yolda hiç uyumamışlar.
Hacc hakkında kardeşlerimize, her şeyin bir özü olduğu gibi Hacc'ın da bir özü olduğunu, bu öz ile meşgul olmalarını söylemişler ve misal olarak mevlide giden üç misafirin hikâyesini anlatmışlar.
İnceliğin Böylesi!
Kurban bayramından epey önce Mekke-i mükerreme'ye varmışlar. Henüz tam kalabalıklaşmadan elli tavafı tamamlamalarını kardeşlere tembih etmişler. Daha sonra seyrek yapmalarını, sonradan gelenlere eziyet vermemelerini söylemişler.
Harem-i şerif'te kardeşlere sık sık:
"Aman dirsek kullanmayın, kimsenin canı yanmasın!" tavsiyeleriyle ikaz ederek şöyle buyurmuşlar:
"Buralarda her türlü hâl olur, bizi incitirler, biz kimseyi incitmeyelim."
Harem-i şerif'te:
"Burada alınan bir nefes bir ömür efendim!" buyurmuşlar, akabinde değerlendirmek lâzım geldiğini söylemişler.
Mekke-i mükerreme'de sadece Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'i ziyaret etmişler. Kendilerine: "Torunum!" diye hitap ettiklerini söylemişler.
Özel olarak bir kardeşimize Arafat'ta büyük mânevî bir toplantı olduğunu, zor yer bulduklarını beyan etmişler.
Mescid-i nebevi'de ilk günlerde kapıdan girişte bir yere oturuveriyorlarmış. Aradan bir kaç gün geçmiş, derin bir tefekkür içinde iken, gözlerini açmışlar. Yanlarında bulunan bir kardeşimizden müsaade istemişler. Birinci defa dâvet olunduğunu, gitmediklerini, ikinci defa ikaz edildiklerini söylemişler ve ileriye doğru yürümüşler.
Medine-i münevvere'de akrabalarının olduğunu, hiçbirisini aramadıklarını, Mescid-i nebevî'nin kaç kapısı olduğunu bile bilmediklerini, Medine-i münevvere'de sadece Ravza-i mutahhara'yı bildiklerini söylemişler.
Bir kaç ihvanın küçük de olsa bazı hareketleri karşısında: "Siz lütuf dâiresinin içinde bulunuyorsunuz. Siz böyle yaparsanız diğer hacılar ne yapmaz." buyurmuşlar.
Tavaf esnasında salât-ü selâm getirilmesini beyan etmişler.
Şeytan taşlamada, her taş atışta: "Kibrimi atıyorum yâ Rabb'i... Şehvetimi atıyorum yâ Rabb'i!.." diye kötü sıfatların atılacağını söylemişler.
Bir ara: "Halkın arasında şeytanlar geziyor." buyurmuşlar.
Hacc vazifeleri bitmiş. Ayrılacakları sıralarda; herkesin alacağını aldığını, alamadığının kaldığını söylemişler ve Hacc yolculuğunu insanın dünyaya gelip gitmesine benzetmişler.
"Bu sene duyduğumuz hazzı hiçbir zaman duymadık, ömrümüz boyunca şükrünü ödeyemeyiz." buyurmuşlar. Dört olmuş, yedi için niyaz etmişler.
Hâne Halkının Sayısına
Göre İkram:
Ankara'dan birkaç kardeş ziyarete gitmişler. Gelenlere çikolata ikram etmişler. Kaç çocuğu varsa ona göre veriyorlarmış.
Sıra ile verirlerken bir kardeşimize: "Sizin kaç çocuğunuz var?" buyurmuşlar. O da dört olduğunu söylemiş. Ona üç çikolata vermişler.
"Birisi daha yiyemez." buyurmuşlar.
Gerçekten de birisi bebekmiş.
Başa Gelince
Anlaşılan İkâz:
"Düzce'de bulundukları yıllarda bir gün gidemezsem ikinci günü mutlaka ziyarete giderdim. Bir ziyaretimde rüyâ anlattım. Bir yolculuğa çıkmış oluyormuşuz. Baktım ki otomobilin dört tekerleğinin sırtları yenik yenik olmuş. ‘Bu araba ile nasıl yola çıktık?' diyorum.
Efendimiz Hazretleri: "Hayırdır inşaallah!" buyurdu.
Aradan on beş gün kadar sonra Siirt taraflarına bir ziyaret tertip edildi. Zât-ı âlileri fakire hitaben:
"Arabada iki stepne bulundur." buyurdular.
Ben onu ihmal etmişim, almadım. Yola çıktık, Gerede taraflarında sağ arka lâstiğimiz patladı, hemen inerek stepneyi taktık. Efendimiz diğer arabada idi, ileride bizi beklemişler, yola devam ettik, Ankara'dan yeni bir lâstik aldık. Siirt'e yakın yerlerde yine lâstik patladı. Onlar ileride bizi beklemişler.
"Biz size arabada stepnenin çift bulundurulmasını söylemiştik." buyurdular.
Kendi kendime; niçin bu emri hafif tuttum diyerek hayıflandım. Hem rüyânın hikmeti, hem de Zât-ı âlileri'nin "İki stepne bulundur" beyanlarının hikmeti anlaşılmış oldu...
Gizli Anlar!
Düzce'nin Islahiye köyünden merhum Hacı Naci Akbulut kardeşimiz iki abisi ile beraber 1968'li yıllarda intisap etmişler.
Abilerinin anlattığına göre Efendimiz Hazretlerimiz'e çok güzel bir bağlılığı varmış. Zât-ı âlileri de onu çok seviyormuş. Genç yaşta Allah yoluna düşmüş, sakal bırakmış, Hacc da nasip olmuş. Üç kardeş yaz ve kış her perşembe günü akşamı on kilometreden fazla olan köylerinden yürüyerek sohbet için şehre geliyorlarmış.
1970'li yıllarda kardeşimiz ağır bir hastalığa yakalanmış, menenjit teşhisi konulmuş.
Abilerinin anlattığına göre evinde yatıyor, acılar içinde kıvranıyor, o ıstırap içinde iken: "Allah'ım! Bütün ümmet-i Muhammed'in acılarını bana ver, ben nasıl olsa çekiyorum!" diye duâ ediyormuş.
Bir Cuma günü öğleden sonra Efendimiz Hazretleri rahmetli H. Erentuğ kardeşimizle kendisini hasta yatağında ziyaret etmişler. Başını yastıktan kaldıramamış, fakat sevinçten gözleri parlamış.
Ve Efendimiz yatağın kenarına oturmuş, sağ elini kardeşimizin alnına koymuş. Koyması ile çekmesi bir olmuş. Herkes merak etmiş amma kimse soramamış. Dönerken yolda H. Erentuğ kardeşimiz bunun hikmetini sormuş.
"Biz Cuma günü tuttuğumuzu koparırız, kardeşimize el atacaktık, fakat elimizi koyduğumuzda bir başka elin üzerine geldi, hemen çektik." buyurmuşlar.
Ve bir gün sonra Cumartesi günü kardeşimiz rahmet-i Rahman'a kavuştu.
Yıllar Sonra Rüyâdaki
Zât İle Karşılaşma:
Samsun'dan bir kardeşimiz anlattı:
"On yedi veya on sekiz yaşlarında iken rüyâmda köyümüzün camisinde beyaz sakallı, nur yüzlü bir zâtın bana namaz kıldırdığını gördüm. Bu zâtın Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğunu söylediler. Rüyâdaki bu yüzü hiçbir zaman unutamadım. Şekli, şemâili daima gözümün önünde idi.
Aradan yaklaşık bir o kadar sene zaman geçti, yaşım otuz beş civarında oldu. Kereste almak için bir gün bir keresteciye gitmiştim. Yazıhanesinde otururken masanın üzerinde ‘İmanlı Gönüllere Hitap' isminde bir kitap gördüm. Elime aldım, karıştırdım, bazı sayfalarını okudum. Elimden bırakasım gelmiyordu. Keresteci arkadaştan kitabı emanet olarak aldım, kısa bir zamanda okudum ve kendisine iâde ettim. Kitap çok hoşuma gittiği için arkadaşa aynı kitaptan bana da temin edivermesini ricâ ettim. Kısa zamanda temin etti. O kimse bir yerden dersli idi, fakat ben o zamanlar hiç böyle bir şey bilmiyordum, o arkadaş da bana hiçbir şey bahsetmedi.
Kitaplardan iki ayda bir Adapazarı'nda Vakıf'ta sohbet olduğunu öğrenmiştim. 2000 yılının Temmuz ayındaki sohbet için Adapazarı'na gittim. O gün müthiş bir kalabalık vardı. Oturacak yer yoktu. Mescide girdiğimde tam bir şok yaşadım. On yedi veya on sekiz yaşlarında iken rüyâmda bizim köyün camisinde bana namaz kıldıran nurânî zât karşımda idi. Vücudum öyle bir hâl aldı ki, bunu sözle anlatmak mümkün değil. Herkes sıcaktan geri geri çıkıyordu, ben de fırsat buldukça ileri ileri gidiyordum. Efendim'den gözlerimi ayıramıyordum.
Sohbet günü çok yoğun olduğu için ziyaret edemedim. Bir müddet sonra hususi olarak ziyaretlerine gittim.
Vakıf'a geldim. Oradaki yetkililer saat 09:00 sularında aşağıya ineceğini, fakat bugün biraz rahatsız olduğunu, inip inmeyeceğinin belli olmadığını söylediler. O anda nasıl üzüldüğümü anlatamam. Aradan az bir zaman geçmedi ki, Zât-ı âlileri aşağıya inmiş ve misafirlerini kabul ettiği odasına geçmiş, misafir sormuş.
Beni içeri aldılar, elini öptüm. Bana:
"Bugün aşağıya inemeyecektim, rahatsızdım amma senin için indim." buyurdu.
Geldiğim, kendisine haber verilmediği halde böyle bir hâlât yaşadım.
Daha sonra bana: "Sizinle önceden hiç karşılaştık mı?" diye sordu, ben de yıllar önce gördüğüm rüyâyı anlatmaya başladım. O anda: "Tamam! Anlatma, gerek yok, ben de onu soruyorum." dedi, böylece ikinci bir hâlâtı da yaşamış oldum."
Gönülde Olan Kitabın
Hediye Edilmesi:
Adapazarı'ndan bir kardeşimiz anlattı:
"Birgün bir kardeşle birlikte Düzce'ye ziyaretlerine gittik. Giderken yanımdaki kardeş:
‘Bir Kenzü'l-irfan kitabı alayım.' dedi.
Baktık Zât-ı âlileri dükkanda yok. Uzak yerden misafirleri gelmiş, onlarla birlikte hâne-i saâdetlerine çıkmışlar. O kardeşle aramızda şöyle bir konuşma geçti: ‘Dış kapıdan içeriye girelim, havuzun başında oturalım, inmesini bekleyelim.'
Fakat içeriye girip havuzun başında oturmaya cesaret edemedik, dükkânın kapısında beklemeyi de uygun görmedik, oradan on beş yirmi dakika ayrıldık, tekrar geldik. Baktık ki Efendimiz misafirleri ile dükkâna inmiş oturuyorlar. İçeri girdik elini öptük. Bize hitaben:
"Dış kapıyı açın, içeriye girin, bahçeyi şöyle bir dolaşın, havuzun başında biraz oturun, daha sonra gelin." buyurdular.
Biz de aynısını yaptık, tekrar dükkâna geldik, oturduk, ikramda bulundular, misafirleri ile beraberdiler. Biz müsaade istedik, tam kalkıyorduk ki, yanımdaki kardeşe:
"Size bir Kenzü'l-irfan kitabı hediye edelim." dediler ve takdim ettiler.
Biz o kitabı almayı çoktan unutmuştuk."
Sıkıntılı Zamanda
Yetişen Himmet:
Düzce'den bir kardeşimiz anlattı:
"Yıl 1984 Efendimiz Hazretleri'ni tanıyalı beş sene olmuştu. Terzi kalfalığı yaparak geçiniyor ve kirada oturuyordum. 24 Ocak günü hastanede ikinci çocuğum olmuş ve ben onu oradan taburcu edecek parayı bulamamıştım. Aklıma hemen Zât-ı âlileri geldi. O bizim her şeyimizle ilgilenen merhametli bir insan değil miydi? Hemen ona gidecektim ve nâçar durumumu ona arz edip, son çare olarak yardım talep edecektim. Bu düşünceyle yola koyuldum, Efendim'in dükkânının yanına kadar geldim, fakat içeriye girip hâcetimi arz edecek cesareti kendimde bulamadım, geri döndüm. ‘Elbet himmetleri yetişir, beni bu sıkıntıdan kurtarır.' diye düşündüm.
Doğruca hastaneye gittim, eşimin ve çocuğumun taburcu işlemlerini yaptırdım, fakat döner sermayeye verilecek param yoktu. İşte tam o sırada beklediğim himmet gerçekleşmiş oldu. Bir ses ismimle seslendi. ‘Buyrun!' dedim. ‘Şu on bin lirayı alır mısın?' dedi. Utandım. ‘Benim paraya ihtiyacım yok!' karşılığını verdim.
Fakat o kardeşimiz: ‘Al bu parayı, bunu Efendi Hazretlerimiz seni bulup yetiştirmem için emir verdi.' dedi. Parayı mecburen aldım, işlerimi hallettim."
"Hatta Cebinize Koyduklarınız da!"
Sapanca'dan bir kardeşimiz anlattı:
"Efendimiz Hazretleri'nin Düzce'de ikamet ettikleri yıllarda idi. Temmuz ayında hararetli bir gündü. Hâne-i saâdetlerinin bahçesine girdim. Baktım ki birkaç kardeş bahçe duvarını tamir ediyorlardı, bazı kardeşler de bahçede çalışmakta idiler. Ceketimi çıkarıp bir ağaca astım ve duvar işçilerine yardıma başladım. Kardeşler hafif seslerle ilâhîler mırıldanıyorlardı.
İkindiye doğru Efendimiz hâne-i saâdetlerinin bahçeye bakan bir pencereden:
‘Efendiler! Epey yorulmuşsunuzdur, sizlere ikindi kahvaltısı hazırladım, yukarıya buyrun!' diye seslendi.
Ellerimizi yüzlerimizi yıkayarak üst kata çıktık, bize gösterilen odaya geçtik. Kahvaltı sofrasında zeytin, peynir, tereyağı, yumurta, çay ve bal şerbetinin yanında bir de küçük bir tabakta yedi sekiz tane küçük kırmızı acı biber vardı.
Efendimiz bizim rahat yiyebilmemiz için âfiyet dileyerek başka bir odaya geçti. Mübarek nurlu elleriyle hazırladığı kahvaltıyı neşe içinde yedik. Bu arada gözlerim acı biber tabağına ilişti. O sıralarda Ereğli'de İmam-Hatip Lisesi pansiyonunda talebelerin başında belletici olarak görev yapıyordum. Çocuklardan edebe mugayir söz sarfedenleri korkutmak gayesiyle tabaktaki acı biberlerden üç-dört tane alıp cebime koydum.
Yemek hitamında sofra duâsı yaparken oda kapısı açıldı, Efendimiz teşrif buyurarak duâya iştirak etti. Duâdan sonra, hayatta hiç unutmayacağım ve hatırladıkça yüzümün kızardığı şu sözleri beyan etti:
‘Efendim! Burada yediğiniz her yiyecek öz babanızın evindeki gibi tamamen helâldir. Hatta cebinize koyduklarınız da dahildir.'"
Karamürselli Zeynep Hanım:
İsmi bizde mahfuz bir kardeşimiz anlattı:
"Karamürselli Zeynep Teyzemiz yaşlılığı ve rahatsızlığı nedeni ile Efendimiz'i ziyaret edemediği için çok üzülüyormuş.
‘Ölmeden önce Efendim'i göster bana Allah'ım!' diye niyazda bulunuyormuş.
Bu arada Efendimiz bir yolculuğa çıkmak üzere idi. Bunu duyan Zeynep Teyzemiz: ‘Efendim oraya giderse onun dönüşünü göremem. Ne olur gitmeden dünya gözü ile onu son bir kere göreyim!' diye duâ etmeye başlamış.
Bu seyahatleri bir anda ertelendi. Bilâhare Efendimiz Hazretleri Zeynep Teyze'yi ziyarete geldi.
Efendimiz'e hitaben gözyaşları ile:
‘Efendim! Sizin oraya gidip gelmenize ömrümün yetmiyeceğinden, bir daha sizi dünya gözü ile göremeyeceğim için Allah'ıma niyazda bulundum. Allah'ımızın izni ile görevli memurlar sizi geri çevirdiler ve bizi mutlu ettiler.' dedi.
Ziyaretlerinden iki gün sonra Zeynep Teyzemiz Hakk'ın rahmetine kavuştu. Allah'ımız rahmet etsin."
Onun Almak İstediği,
Düzce'deki Evin Bahçesinde Verildi:
Hıristiyan olan ve papazlık eğitimi almış, daha sonra da hidayete erip müslüman olan Fransız vatandaşı bir kardeşimizin hatırası:
Müslüman olduktan sonra çeşitli ülkelere, çeşitli cemaatlere ziyaretler yaparak, tasavvufi konu hakkında araştırmalar yapmış, birçok hoca görüp, konuşarak kendine bir çeşit rehber aramış durmuş.
Bir vesile ile Zât-ı âlileri'yle tanışma fırsatı bulurlar. Adapazarı'nda görüşürler. Türkçe bilmediği için tercümanlık yapan kardeşlerimiz vasıtasıyla konuşurlar.
Efendi Hazretlerimiz bu kardeşimizle ilgilenirler ve yanlarında bazı kardeşlerimiz ile beraber seyahat ederek Düzce'ye giderler.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ni ziyaretten sonra, Efendi Hazretlerimiz'in Düzce'deki evlerine gelirler ve bahçede kamelyada, havuzun başında otururlar.
Sohbetler açılmakta, ince sırlar geçmekte, bazen sükût ortamı olmaktadır. Bu kardeşimiz dil bilmediği için, ancak yanındaki kardeşlerimizin vasıtasıyla birşeyler anlamaktadır. Fakat çoğunlukla dinler bir havada mânevi ortamı solumaktadır.
Ziyaret sonrası tekrar Adapazarı'na dönülür. Ertesi günü, bu kardeşimizden mevzu açıldığında Zât-ı âlileri;
"Biz onun almak istediğini Düzce'deki evin bahçesindeyken verdik!" buyururlar.
Kardeşlerimiz bu müjdeyi o kardeşe vermek için yanına gittiğinde, müjdeyi söylemeden sorarlar;
"Ziyaretiniz esnasında en çok etkilendiğiniz, en çok haz duyup, manen doyduğunuz ortam oldu mu, olduysa nasıl ve nerede oldu?" diye sorarlar.
Bu kardeşimiz de;
"Düzce'de Efendi'nin bahçesinde..." derler.
Zahiren diller ayrı olsa da, gönül dili bir olduğu için, manen verilmek istenen verilmiştir. Yıllar yılı kardeşimiz Zât-ı âlileri'nin sohbetlerinde bulunmuş, yurt dışından her fırsatta ziyaretlerine gelmişlerdir.
Vakıf da Sizi Bırakmasın!
Yıllar önce yapılmakta olan Vakıf binasının sorumluluğu üzerinde olan İstanbul'dan bir kardeşimizin hatırası:
Vakıf binasının bitirilmesiyle ilgili olarak bize görev verilmişti. Çalışmalar yapıldı ve gün geldi bina bitti.
Zât-ı âlileri binayı görmeye gelecekti. Bize binanın bitirilmesiyle ilgili vazife verildiği ve bu vazife kendimizce yerine getirildiği kanısıyla, Zât-ı âlileri geldiğinde binanın anahtarını kendisine teslim edip, biz görevimizi bitirdik, diyecektik.
Geldiler, binayı gezdiler. Tam gidecekleri sırada, anahtar avucumda duruyordu ve gönlümden geçen duyguyu, kelimelere dökmek üzereyken, Zât-ı âlileri; "Hacı efendi! Siz vakfı bırakmayın ki, vakıf da sizi bırakmasın!" buyurdular.
Anahtar elimde kaldı ve usulca tekrar cebime koydum.
Biz bir şey demeden, cevabımızı almış olduk.
"Hacı Amca! Siz Kimsiniz?":
Efendimiz -kuddise sırruh- Hazretlerimiz 1 Haziran 2005 Çarşamba günü bir vesile ile İstanbul'a gitmişti. Boğazda bir yerde deniz kenarında bir müddet oturup deniz havası almışlar. Beraber gittikleri kardeşimizin anlattığına göre bir kişi deniz kenarında olta ile balık tutuyormuş. Bir müddet sonra Zât-ı âlileri'nin yanına gelmiş. "Hacı amca! Siz kimsiniz? Ben sabahtan beri buradayım, hiç balık tutamadım, siz geldikten sonra attığımı tutuyorum." demiş ve gitmiş.
Kardeşimize ne dediğini sormuş. O da arzetmiş. Seyretmişler, gerçekten de adam oltayı her atışta balık tutuyormuş.
"Bizi Uyutmadın Cemil Efendi!":
Rahmetli Cemil Efendi'den bir hatıra daha:
"Efendimiz Hazretleri'ni çok özlemiştim. İstanbul'dan Ankara otobüsüne bindim, çok yorgun olduğum için muavine: ‘Beni Düzce'de indirirsin, azıcık uyuyacağım.' dedim. Muavin unutmuş, Bolu dağlarına varmışız. Uyandığımda: ‘Beni indirin!' dedim. Gece yarısı olmuş, arabalar kesilmiş, in yok cin yok, müthiş bir soğuk ve ayaz var. Dağlardan kurt sesleri bile geliyor. Korku ile sabaha kadar bir kıyıda bekledim. Gün ışıması ile ilk gelen otobüsle Düzce'ye döndüm.
Efendimiz Hazretleri dükkânda paltosunun içinde oturuyordu. Mübarek elini öptüm, hiçbir şey demeden bize; ‘Sabaha kadar bizi uyutmadın Cemil efendi!' buyurdular."
Katarakt Ameliyatı:
Kardeşimizden devamla:
"Gözlerimden rahatsızlandım ve doktora gittim. Doktor gözlerimin ileri derecede katarakt olduğunu, ameliyat olmam gerektiğini söyledi ve gün verdi. Ameliyat olmama kısa bir süre kala Efendimiz Hazretleri'ni ziyaret edeyim de öyle ameliyat olayım diye düşünerek Düzce'ye gittim. Efendimiz Hazretleri dükkânda idi. Selâm verdim, selâmımı aldı, mübarek elini öptüm ve karşısına oturdum. Hiçbir şey konuşmadık. Oturduğu yerden gözlerime dikkatle bakmaya başladı. Fakir de gözlerimi ayıramıyordum. Böylece bir müddet kaldık. Fakat bu bakışma esnasında gözlerimde operasyon başlamış oldu. Kulağıma kesme sesleri geliyordu. bir zaman sonra: ‘Cemil efendi geçmiş olsun!' dedi ve huzurdan ayrıldım.
Bir hafta boyunca gözlerim hafif hafif acıdı. Sonra zamanım geldi doktora gittim, evraklarımı tahlillerimi gösterdim ve: ‘Ameliyat olmaya geldim.' dedim. Tekrar muâyene etti, evraklara baktı, yine muâyene etti. Akabinde heyecanla: ‘Bu teşhisi sana ben mi koydum!' dedi. ‘Evet doktor bey siz koydunuz!' deyince: ‘Vallahi senin gözünde katarakt yok! Çok enteresan, böyle bir olayla şimdiye kadar hiç karşılaşmadım.' dedi, çok şaşırdı."
Hacc'taki Hatıra:
Ailece Hacc'a giden bir kardeşimizin hatırası:
Eşimle beraber tavaf ediyor, ibadetlerimizi yerine getirmeye çalışıyorduk. Bir ara tavaf sırasında eşimi kaybettim. Daha ilk günlerimizdi. Bu heyecanla ne yapacağımı şaşırdım. Nerede ve nasıl buluşacaktık. En kötü ihtimal otele gidebilirdim belki ama, otelimizde epey uzaktı. Bu esnada sağa sola bakıp, belki eşimi görür müyüm diye dolaşıyordum. Bir ara baktım ki Efendi Hazretlerimiz burada. İleride direğin dibinde duruyorlar. "Allah! Allah! Zât-ı âlileri bu sene Hacc'a gelmedi ki" dedim. Ama gayet açık olarak görüyordum. Yanlarına doğru gittim. İyice yaklaştığımda, eşimi gördüm, orada buluşmuş olduk. Fakat Efendi Hazretlerimiz yoktu. Anladım ki, bizi buluşturmak istemişler...
Hakk'ın ve Hakk'tan Olduğunu Biliriz!
İngiltere BBC'de muhabir olarak çalıştıklarını söyleyen abi kardeş iki genç kardeşlerimizle birlikte ziyarete geldiler. Biri yüksek okulu Türkiye'de okumuş, Türkçe biliyor, kardeşine tercümanlık yapıyor. Türkiye'de Tasavvuf hareketleri ile ilgili röportajlar yapıyoruz diyorlar.
Kasete almak için müsaade istediler.
- "Kitaplarınızdan bazılarını aldık, çok güzel, sesinizle de dünyaya duyurmak istiyoruz."
- "Biz her şeyin Hakk'ın ve Hakk'tan olduğunu biliriz, şahsımıza hiçbir zaman hiçbir değer aslâ vermeyiz. Hakikati sorduğunuz zaman bildiğimiz kadar izah ederiz."
Muhabbet Eden!
Ziyarete gelen bir kardeşimize beyanları:
– Hanım nasıl?
– Hürmetleri var efendim. "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır" kitabı başucunda duruyor, devamlı onu okuyor.
– "Okusun efendim. Bir kitabı bir kimse okuyorsa, ona muhabbeti vardır. Ona muhabbet eden yazarına muhabbet eder, yazarına muhabbet eden yazdırana muhabbet eder, hiç farkına varmaz. Yazdırana muhabbet etti mi, O'nunla irtibatı kurar."
Varlıkla Çalışanın
Kendisine Zararı Olur:
Bir mıntıkadaki idareci bir kardeş hakkında şu sözleri söyledi:
"Onun hakikaten çalıştığını da hissediyorum, çok çalışıyor, fakat varlıkla çalıştığı için beşeriyete faydası var, kendisine zararı var. Çok çalışıyor, gayretli, nur yaymaya çalışıyor, fakat kendisinde bir beğenme, bir büyüklük... Halbuki bizim yolumuz herkesi hoş kendini boş bilmek, mahviyet ve ihlâs üzerine kurulmuş, onda bu hâl yok. Çalışıyor, varlığı ile çalışıyor, o varlık onu helâk ediyor, farkında değil. Onu uyandırmak lâzım. Beşeriyete faydası var, kendisine zararı var. Dağıtıyor, istediği gibi hareket ediyor. Hayır, bu yol Allah yolu, senin yolun değil. Bunu kavrayamıyor. İstediğim gibi yapacağım zannediyor. Hayır, saat gibi ibre gibi kontrol altında bulundurmak zorundayız. Tutumu zarar veriyor, yolumuzun icâbâtı değil. Herkesi hoş gör, herkese değer ver, yalnız nefsine değer verme. Ben Rabb'imden dilerim: ‘Allah'ım! Onu sana havale ediyorum, sana sığınıyorum onun şerrinden.' derim, amma onu beğenmiyorum.
Bu gibi haller tasvip edilmiyor. Güzel çalışıyor, nuru yaymaya çalışıyor amma bu hâlleri tasvip edilmiyor. Dersiniz ki; o seni olduğu yerde takip ediyor ve şu şu hareketlerini beğenmiyor. Çalıştığını görüyor, nuru yaymaya çalıştığını da görüyor amma, bu hareketlerin kendine zarar veriyor. Ne oldum havasının içine girmiş, nefis onu kucaklamış, buradan takip edildiğinin farkında değil.
Bu söylediklerimi ona bildir. Ey nefis! Yuları taktın götürüyorsun, beni nereye götürüyorsun? Bu büyük bir ihtardır, ikazdır, kendine gel ve kendini kurtar, dolayısıyla beşeriyeti de kurtarmaya çalış. Çünkü ihlâslı insanın sözü beşeriyete fayda verir, ihlâslı olmayanın beşeriyete faydası olmaz. Bu sözleri bir kâğıda yazın, senin için böyle söyledi deyin."
Sâdık Olmayan
Nefsini Tarif Eder!
Çanakkale Çardak'tan gelen bir misafir bulunduğu yerde ârif-i billâh makamında bir şahıs olduğunu söyledi. Efendi Hazretleri bu sözü duyunca ölçü olacak mâhiyette sözler söylediler.
"Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde: ‘Sâdıklarla beraber olunuz!' buyuruyor. Çünkü sâdık olanlar O'nu tarif eder, sâdık olmayan nefsini tarif eder. Gerçek mürşid Hazret-i Allah'ın malını pazara koyar, amma mürşidim diyen kendi malını pazara koyar. Sakın varlık ehline kapılmayın. Var olan Hazret-i Allah'tır, başka varlıklara dalmayın."
Alınmanın Alâmeti:
– Efendim! Alınmanın bir alâmeti var mı?
– "Var efendim. İlk alınma alâmeti; helâl haramı aramaya başlar. Helâl mıdır haram mıdır? Bunu aramaya başladığı an alındığına delâlettir. Bu ilk adım. Daha sonra atacağı adıma, söyleyeceği söze, yiyeceği lokmaya dikkat etmeye başlar. Anlaşılır ki yola almışlar.
Bir mümin yiyeceğine, kazancına dikkat etmezse boşluktadır. İhvan olmuş, ismi ihvan. İbadet ondur, dokuzu helâl lokmada aranıyor. Bu kadar incedir bu işler.
Sual sormasını bildin, yürümesini öğren."
Yolculukta Konuşulan Mevzulara
Ziyaret Esnasında Verilen Cevaplar:
Bir gün kardeşlerle Eskişehir'den yola çıktık.
Bir kardeşimiz "Râbıta nasıl yapılır ve kime yapılır" diye sormuş ve bildiğimiz kadarıyla anlatmaya çalışıyorduk. Anlamış göründü ve fakat mutmain olmadı.
Râbıta mevzuu kapanmış, kendi aramızda konuşuyorduk. Bir ara sevdiğim bir arkadaşımın beni kıramayacağını, ihtiyaç duyduğum takdirde gidip arabasını dahi istesem hemen vereceğini bahsetmiş çeşitli misaller ve örnekler vererek yolculuğumuza devam etmiştik.
İkindi sonrası Vakfımıza ulaştık. Efendi Hazretlerimiz Vakıf bahçesinin sağ tarafında asmaların altında oturuyordu. Yavaş ve sessizce huzuruna vardık, selâm verdik, mübarek ellerinden öptük. Bizi sandalyelere oturttu. Halimizi, hatırımızı, durumumuzu sordu. Kısa cevaplar verdik. Hiçbir söze girmeden;
"Râbıta yalnız Hazret-i Allah'a yapılır, başkasına yapılmaz. Hazret-i Allah'ın maske haline getirdiği kul vasıtasıyla."
Buyurdular ve o kardeşimize dönerek;
"Anladınız mı Hoca Efendi?" buyurdular.
Akabinde İnşirah Sûre-i şerif'inin son iki Âyet-i kerime'sini okuyarak;
"Bir şey isteyeceğin zaman yalnızca Hazret-i Allah'tan iste ve yalnızca ona rağbet et!" buyurarak bana döndüler ve iki kere;
"Anladınız mı Efendim!" buyurdular.
Zât-ı âlileri'ne hiç mevzu etmediğimiz halde, manen vâkıf oldukları, yolda konuştuğumuz Râbıta mevzusuna kısa ve öz olarak cevap vermişler hatta bizim mevzu ettiğimiz konuşmamız bile bilinerek, yolda nelerle meşgul olduğumuz bilinmiş ve yüzümüze karşı cevapları bir bir verilmişti.
Hiç Tanımadıkları, İlk Defa Gördükleri
Kardeşe İsimleriyle Hitap:
Eskişehir'de yeni tanıştığımız genç bir arkadaşımız vardı.
Ziyaretlerine giderlerken, bu kardeşimize de gelmesini, isterse kendisini de götürebileceğimizi söyledik ve kabul etti.
Fakat yola çıkmadan, kendi içinden; "Eğer bu zât bahsettikleri gibi Veli bir zât ise benim ismimi bilir" diye geçiriyormuş.
Bu hâlden bizim haberimiz yoktu.
Vakfımıza ulaştık. Efendi Hazretlerimiz idare odasında oturuyordu. İçeri kabul buyurdular, mübarek ellerinden öptük. Kardeşimiz de hemen önünde oturtuldu. Ona dönerek;
"Nasılsın İlhan?" buyurdular.
Kardeşe baktım, bu hitaptan dolayı etkilendiği için elleri ayakları titriyordu.
Çantadaki Kur'an-ı Kerim'in
Mâlum Olması:
Eskişehir'den kardeşimiz ailecek ziyarete gelmişler. Misafir kabul ettikleri odaya hep beraber girmişler ve kardeşimiz Zât-ı âlileri'nin ellerinden öpüp oturmuşlar. Kardeşimizin annesi de kanepenin üzerine oturmuş ve elindeki çantasını ise yere koymuş, kardeşimiz devamla şöyle anlatmaktadır:
"Efendim o çantayı yerden kaldırınız!" buyurdular.
Hemen çantayı alıp, annemin yanına koydum fakat içimden; "Allah, Allah! Efendi Hazretlerimiz neden o çantayı yerden kaldırttı?" diye geçirdim.
Tabi çanta annemin olduğu için ve içinde neler bulunduğunu bildiği için annem hemen işi anladı. Çünkü içeri girerken o telâşla, ne yapacağını bilemeden ve içindekileri unuttuğundan hemen yere koymuşlardı.
Çantasının içinde küçük bir Kur'an-ı kerim bulunuyormuş. Biz sonradan öğrendik.
Zât-ı âlileri Kur'an-ı kerim'in aşağıda kalmasını istemediler ve hemen yukarı kaldırılmasını istediler. Biz bu eşsiz olay karşısında şaşırıp kaldık ve Zât-ı âlileri'nin büyüklüklerinin bir işaretini daha gözümüzle görmüş olduk.
Sende Öğrencisin Yahu!
"Kardeşim küçüktü ve İmam Hatip Lisesi'nde okuyordu. Vakfımıza yeni gelmiş ve Efendimiz'le yeni şereflenmişti. Kim olduğunu sordu;
"Kardeşim!" dedim.
"Bu öğrenci efendim buna biraz harçlık verelim!" buyurdular ve ceketinin cebinden çıkardığı cüzdanından ona bir miktar para verdiler.
Oysa onun öğrenci olduğunu Zât-ı âlileri'ne kimse söylememişti. İçimden çok sevinmiştim. Hem hayranlığım artıyor, hem de Allah'ıma sonsuz şükranlarımı arz ediyordum. Bu esnada bana döndüler ve;
"Sen de öğrencisin yahu! Sana da verelim!" buyurdular ve bir miktar da bana verdiler."
"Eşikten Ses Çıkar mı Ahmet Efendi?"
Ahmet Efendi İzmir'den bir grup kardeşimizle birlikte Vakfımıza ziyaret için geliyorlar. Bahçeye giriyorlar.
Efendi Hazretlerimiz havuzun başında oturmuş, gelenleri karşılıyor. Allah yolunun yüceliğinden, ne kadar kıymetli olduğundan bahsediyorlar.
Kardeşimiz o esnada içinden; "Ah keşke bu kapının eşiği olsam!" diye geçiriyor. Efendi Hazretlerimiz'in yanı başında oturuyormuş. Efendimiz, ayağına bir vesile ile vuruyorlar. O da;
Gayri ihtiyari "Ahhh" diyor.
Efendi Hazretlerimiz;
"Eşikten ses çıkar mı Ahmet Efendi?" diyerek, gönlünden geçeni ifşa etmiş oluyorlar.
"Peygamber Efendimiz
Karpuzu Böyle Yerdi."
Yine bu kardeşimiz bir gün içinden;
"Acaba Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz karpuzu nasıl yiyordu?" diye geçiriyormuş.
Uzun bir yolculuktan sonra Vakfımıza avdet ediyor. Vakıf kapısından içeri girdiği zaman Efendi Hazretlerimiz asmanın altında bir masanın başında sandalyede oturuyor.
Masanın üzerinde bir tepsinin içinde dilimlenmiş karpuzlar var.
Kardeşleri:
"Buyurun oturun" diyerek davet ediyorlar, mübarek ellerine bir dilim karpuz alıyorlar;
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz karpuzu böyle yerdi efendim" diyerek parçayı kırarak ve çekirdeklerini bir parçasıyla düşürerek gösteriyorlar.
"Amin!"
Bir ziyaretlerimizde de Zât-ı âlileri yolun ne kadar ince ve kıymetli olduğundan, bu yola sımsıkı sarılanın kurtulacağından, Allah yolunda mücadele etmenin fazilet ve üstünlüğünden bahsederlerken, içimden;
"Allah'ım bu nimeti elimizden almasın!" diye geçirdim. O esnada Zât-ı âlileri sohbeti kestiler ve yüksek sesle;
"Amin" dediler.
Sonra, diğer kardeşlere dönerek:
"Efendim, neden amin dediğimizi biliyor musunuz? Bu kardeş; ‘Allah'ım bu nimeti elimizden alma diye duâ ettiler. Biz de amin dedik.'" buyurdular.
Allah'ın izniyle içimizden geçenler bile biliniyordu.
"Hah Şimdi Oldu!"
Bursalı kardeşler hayır hizmetlerinde kullanmak için bir bina arıyorlar. Burada market açmayı düşünüyorlarmış. Sonunda harap, yıkık, eski, iki katlı bir bina buluyorlar. Orayı satın alıyorlar ve tamir ediyorlar. Badana yapıyorlar, güzelce onarıyorlar, beyaz renkle boyuyorlar. Kardeşlere göre bir noksanı kalmamış. Açılabilecek, hizmete sokulacak hale getirilmiş.
Zât-ı âlileri'ni ziyaret edip, durumu arz ediyorlar:
"Efendim! Binayı tamir edip, açmaya hazır hale getirdik, emirlerinize arz ederiz" diyorlar.
"Hayır efendim. Şu köşesinde noksan yeri var, orayı da tamir ediniz!" buyuruyorlar.
Kardeşler hayretler içinde kalıyorlar. Onlara göre hiçbir noksanı kalmamıştı. Geri dönüyorlar ve işaret edilen köşeyi inceliyorlar, gerçekten öyle olduğunu görüyorlar. O köşe noksan bırakılmış. Tamir ediliyor. Durumun yeniden arzı için huzura kabul edildiklerinde;
"Hah, şimdi oldu. Biz orasını buradan görüyoruz ve takip ediyoruz." buyuruyorlar.
Zât-ı âlileri Adapazarı'nda Vakıf binasında oturuyordu. Satın alınan binayı ne görmüş, ne de gidip bakmıştı. Ama o, Cenâb-ı Hakk'ın gösterdiğini çok iyi görüyor, O'nun bildirdiğini çok iyi biliyordu.
"Şimdi Yemek Dağıtmaya Başladınız!"
Bursalı kardeşler fakir-fukaraya, yoksullara, kimsesizlere, yetimlere hizmet etmek üzere sırf Allah rızası için "Aşevi" açıyorlar. Çok da gayretliler.
Kimseden en küçük bir yardım istemeden, karşılık beklemeden, verileni bile almadan belli günlerde kapı kapı gidilerek yemek dağıtıyorlar. Gücü yeten kendisi gelip aşevinden yemeğini alıp götürüyor, gelemeyenlerin ise ayaklarına kadar gidilerek evlerine yemekler servis yapılıyor. Bu hizmetleri senelerdir aksamadan sürdürüyorlar.
Aşevinin ilk açıldığı zamanlarda bir gün Vakfımıza gidiyorlar, huzura çıkıyorlar. Sordukları zaman;
"Efendim, himmet ve tasarruflarınızla yemek dağıtıyoruz" diyorlar.
"Hayır! Dağıtmıyorsunuz!" buyuruyorlar.
Kardeşler şaşırıyorlar. Düşünüyorlar, acaba bir yanlışlık mı yapıldı diye. Yemekler yapılıyor ve gerekli yerlere itina ile dağıtım yapılıyordu.
Yine bir müddet sonra ziyarete gidildiğinde, kardeşlere aynı soruyu soruyorlar, kardeşler de;
"Dağıtıyoruz" dediklerinde;
"Hayır efendim, dağıtmıyorsunuz, iyice araştırınız" buyuruyorlar.
Vakıftan üzüntü ile ayrılıyorlar. Elbette bu işte bir iş vardı. Öyle olmalıydı.
Bursa'ya döndüklerinde bir kardeşimizin annesi, çok yaşlı, kimsesiz, fakir ve garip bir kadıncağızla tanışıyor. Hiçbir şeyi yokmuş. Komşuların getirdiği yemeği yer, verdikleri ile kıt-kanaat geçinirmiş. Evde yakacak ne odunu ne kömürü, ne kullanabileceği doğalgazı yokmuş. Piknik tüpü bitmiş, ev eski, soğuklar bastırmış, evde soba yanmıyormuş. Battaniyesine sarılarak ısınmaya çalışırmış. Devamlı tesbih çekerek zikretmeye gayret edermiş. Hadise öğrenilince bu yaşlı nineye gidiyorlar, onunla görüşüyorlar;
"Bundan sonra kimseden bir şey almamasını, kömürünü alacaklarını, ilaçlarını temin edeceklerini, yemeklerini evine kadar getireceklerini, bir isteği olursa onu yerine getireceklerini" söyleyerek oradan ayrılıyorlar ve yemek listesine bu yaşlı nineyi de alıyorlar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra yine Zât-ı âlileri'ni ziyarete gidiyorlar.
Efendimiz Hazretleri çalışmaları soruyor. Durum arz edildiği zaman;
"Şimdi yemek dağıtmaya başladınız" buyuruyorlar. İşin hikmeti çözülmüş oluyor.
O, kimsesiz, garip kadıncağızın hâli Zât-ı âlileri tarafından ilâhi bir lütuf olarak görülüyor, biliniyor, ona hizmet gitmediğinden ötürü, onun bulunması için tekrar tekrar işaret etmiş oluyorlar.
Urfa'dan mı Aldınız?
Manisa'lı bir kardeşimizin hatırası:
Aşevine bir araba almamız gerekiyordu. Nihayet bir araba bulundu ve galerici olan bir kardeşimizden arabayı aldık.
Efendi Hazretleri'ni ziyarete gidildiğinde, konu arz edildi ve minübüsün alındığı söylendi.
Zât-ı âlileri; "Urfa'dan mı aldınız?" buyurdular.
Biz; hayır efendim, İzmir'den aldık dedik.
Tekrar; "Urfa'dan mı aldınız?" diye sordular.
Biz yine; hayır efendim, İzmir'den galerici kardeşten aldık dedik.
Bir hafta sonra arabanın işlemleri yapılması için gittiğimizde minibüsün sahibinin Urfa'lı olduğunu öğrendik ve Efendi Hazretleri'nin söylediklerinin hikmetini anlamış olduk.
"Büyük Bir Felaket Geliyor!"
Büyük Marmara Depreminden önce Yalova'lı bir kardeşimiz vakıfta ziyarette bulunuyorlar ve ona şöyle söylüyorlar:
"Biz belki görürüz belki görmeyiz ama sen göreceksin. Büyük bir azap, korkunç bir felaket geliyor."
"Duâ ediniz. Biz devamlı Musa Aleyhisselâm'ın duâsını okuyoruz; ‘Bizi bu beyinsizlerin yüzünden helâk eder misin Allah'ım!' (A'râf: 155) diye niyazda bulunuyoruz."
Yıllar sonra o büyük deprem yaşandı.
"Biz onun o gün beyan ettiği gerçeği yaşadığımızda anladık."
"Onu Vakfa Hediye Edeceğim!"
Adapazarı'ndan bir kardeşimiz bir bina yaptırmış. Evleri, işyerleri var. Hali vakti yerinde, çalışıyorlar. Durumları iyi.
Yeni yaptırmış oldukları binayı Kur'an kursu binası olsun diye vakfa hibe etmek istemişler. Huzura giriyor;
"Efendim! Bu binayı alınız!" diye çok rica ediyorlar.
Efendi Hazretleri cevap vermiyor. Kardeş ısrar ediyor, isteğini yine tekrarlıyor. Zât-ı âlileri yine cevap vermiyor. Sükût ediyorlar.
Aradan uzun zaman geçmiyor ki meşhur o yıkıcı Marmara depremi felâketi meydana geliyor.
Kardeş her şeyini kaybediyor. Evler-ocaklar, işyerleri gidiyor, yıkılıyor, yok oluyor.
Geriye sadece Kur'an kursu binası olarak vermek istediği o bina kalıyor.
Kardeşimiz deprem sonrasında huzura çıktığında, Efendi Hazretleri'mize;
"Efendim, Allah sizden râzı olsun, eğer o binayı alsaydınız şu anda elimde hiçbir şeyim olmayacaktı. Sadece o bina kaldı. Ben, ne yapardım acaba?" diyor.
Zât-ı âlileri şöyle buyuruyorlar:
"Efendim! Şimdi anlaşılmış oldu."
Evlilikle İlgili Bir Nasihat:
Yeni evlenen kardeşlerimize, düğünden sonra ilk ziyaretlerinde şöyle buyurmuşlar:
"Kimseyi işinize karıştırmayın, kimsenin lâfına bakmayın, kendi huzurunuzu bozmayın."
Gönülden İstenilen Duâ'nın
Mâlum Olarak Bizzat Öğretilmesi:
Bolu'dan bir kardeşimiz anlatıyor:
"Yıl 1997, âilecek ziyaretlerine gidecektik. Sabah evden çıkmadan kalbimden; ‘Efendimiz Allah'ımızın izniyle bize bir duâ öğretse de, biz de bu duâ yüzü suyu hürmetine nefsimize galebe çalabilsek!' diye geçti.
İdare odasında bizi kabul buyurdu, mübarek elini öptük, duâsını aldık. Bizimle ilgilendi, bazı sohbetler oldu. Kalkmamıza az bir zaman kala, mübârek yüzünü bana çevirerek:
"Efendim size bir duâ öğreteyim: ‘Allah'ım! Nefsime fırsat verme, beni bana bırakma!' diye duâ edin!" buyurdu, o anda içim muhabbetle doldu, huzurla ayrıldık.
Niçin Bağlamadın Deseler
O Bile Yeter:
Yıllar önce bir kardeşin otomobili ile Bursa'dan yola çıkmışlar, Düzce'ye geliyorlarmış. İleride trafik polisleri arabaları durdurup kontrol ediyorlarmış. Kardeşimiz yeni bir kanun çıktığını, emniyet kemeri takmak zorunluluğu olduğunu, cezası olduğunu hatırlatmış.
"Bağlayalım efendim. Bize: ‘Niçin bağlamadın?' deseler o bile yeter!" buyurmuşlar.
"Yavrum Bir Tarafın Acıdı mı?":
Aksaray'dan bir kardeşimiz anlattı:
"Perşembe günleri Aksaray'ın bir köyüne pazar sergilemeye gidiyorum. Âdetimdir, kitaplarımızı da her zaman için beraberimde götürürüm.
Yine birgün sergi açmıştım. Bazı hanımlar geldiler, kitapları görünce başka şeye bakmadılar, kitaplarla ilgilendiler. Bu kitapların satılık olduğunu, almak isteyen olursa alabileceğini, alamayanların okuyup tekrar geri getirebileceğini söyledim. Ona yakın kadın aldılar gittiler.
İçlerinden birisi bir hafta sonra geldi. ‘Bu zât boş birisi değil!' dedi. Benim de o anda ‘Hatmü'l-Evliyâ' kitabı aklıma geldi. Bu kitapta Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi asırlar evvel yaşamış olan birçok zevât-ı kiram'ın bu zât hakkında beyanları olduğunu söyledim. Bunun üzerine kitabı aldı ve gitti.
Aradan iki hafta geçti, bu hanım yine geldi. ‘Senin ismin Metin mi?' deyi sordu. ‘Evet!' dedim. Bunun üzerine gördüğü bir rüyâsını anlattı.
‘Kıyamet kopmuş. Beni cehenneme attılar. Bir odada çeşitli azaplara uğratıyorlardı. Acı içinde kıvranırken: ‘Allah'ım beni kurtar!' diye yalvarıyorum, bana hiç yardım gelmiyor. Biz eşimle birlikte bir yerden dersliyiz. Şeyhimden de himmet istedim, oradan da bana bir yardım gelmedi. Çaresizlik içinde kıvranırkan ulu bir zât geldi, beni avucunun içine aldı, çocuk gibi beni sevmeye başladı. Şefkatle: ‘Yavrum! Bir tarafın acıdı mı?' diye sordu. Bu zâtın kim olduğunu sordum. ‘Bu zât Ömer Öngüt Efendi'dir!' dediler. O anda aklıma kitabını okuduğum zât geldi. ‘Evlâdım! Sen bizim kitabımızı okuyorsun. Sana bu kitapları Metin verdi değil mi?' buyurdu. Ben de: ‘Evet efendim!' dedim. Senin ismini biliyordum, o zâttan öğrendim.'
Hanıma hitaben: ‘Peki, bu zâtın resmini göstersem tanır mısın?' dedim. ‘Tanırım!' dedi. Cebimden resmini çıkarıp gösterdim. Görür germez heyecanla: ‘Vallahi bu!' dedi. kendisine vermem için çok ısrar etti, ben de verdim. ‘Amma bu zâtın dersi de var, ders almak ister misiniz?' dedim. ‘Hemen ver!' dedi, dersini de tarif etmiş oldum.
Bu hanım her hafta sergimin başına gelir, Efendi Hazretlerimiz'i sorar.
Hâlinde kısa zamanda çok büyük bir değişiklik olduğunu söylüyor. Ölçüleri görünce eski gittiği yerin de sahte olduğunu anlamış."
Tayy-i Mekân:
Adapazarı'ndan bir kardeşimiz anlattı:
"Bir Hacc ziyaretimde Medine-i münevvere'de çalışan akrabamız Bahaddin'i kaldığı evde ziyarete gittim. Bana: ‘Sen nasıl dönüş yaptın böyle?' diye sordu. ‘Bahaddin abi, Düzce'de bir zât var Ömer efendi, elini öptüm, onun himmetiyle oldu.' dedim. ‘Yapma ya! Kunduracı Ömer efendi mi?' dedi. ‘Evet, tanır mısın?' dedim. ‘Tanırım.' ‘Nasıl bilirsin?' dedim. ‘Çok değerli bir zâttır.' dedi. ‘Nereden tespit ettin böyle olduğunu?' diye sordum, şöyle anlattı:
‘Ben dedi gençliğimde terzi kalfası idim. O da bizim karşılıklı dükkân komşumuzdu. 1955 seneleri idi. Ustamla beraber İstanbul'a ayakkabı malzemesi almaya gittik. Cuma oldu, Taksim'de namazı kılalım dedik. Usta dedi ki: ‘Bak Bahaddin, üç beş sıra ön tarafta Ömer Efendi var. Baktım hakikaten kunduracı Ömer Efendi gösterdiği yerde oturuyor. Çıkarken yakalayalım dedik, gözümüzün önünden kayboldu. Hemen telefona koştuk, usta Düzce'de dükkânı aradı, çırağa: ‘Kunduracı Ömer Efendi'nin dükkânına bir bak bakalım açık mı kapalı mı?' diye sordu. Çırak koşarak gitmiş gelmiş. ‘Ömer Efendi dükkânda çalışıyor.' demiş."
Hakkı Hak Sahibine Teslim:
Adapazarı'ndan bir kardeşimiz anlatıyor:
1993 yılı Ekim ayının son günleri idi. Efendi Hazretlerimiz'le beraber idare odasında ikimiz bulunuyorduk. Telefon çaldı, açtım baktım.
Bir kimse selâm verdi, Eskişehir'den aradığını söyledi. ‘Buyrun!' dedim. ‘Ben filân zâtın Eskişehir idarecisiyim. Şeyhimiz vefat etmeden bir saat kadar önce yanında halifelerinden beş-altı kişi bulunuyorduk. Bize: ‘Benden sonra Ömer Efendi'ye gidin, onun kitaplarını okuyun, o size yeter!' dedi. Defin işi bitti, aradan bir hafta geçti, şimdi aklımız başımıza geldi. Soralım bakalım dedim, şimdi biz ne yapacağız? Ömer Efendi'den ders mi alalım, yoksa kendi dersimize mi devam edelim?' diye aradım.' dedi.
‘Efendi Hazretlerimiz yanımda, ona sorayım.' dedim ve durumu anlattım.
Zât-ı âlîleri şöyle buyurdu:
"İnsan sular, hayvan koparır. O zaten buradan sulanıyordu. Devam etsinler kendi derslerine, amma gelmek isteyene de kapımız açıktır."
Beyaz Mendil:
Bir kardeşimiz anlattı:
"Vakfımızın ikinci binası inşaat hâlindeydi. Birkaç kardeş tamamlanan yerlerin badanasını yapıyorduk. Yalova'dan gelen bir mermerci ustası da mermer döşüyordu. Mermerleri elektrikli testere ile keserken ortalık toz-duman olmuştu. O anda Efendi Hazretlerimiz geliverdi. Toz-dumanı görünce cebinden beyaz bir mendil çıkarttı, ustaya uzattı ve:
‘Yavrum bu toz sana zarar verir. Al bu mendili de burnunu kapa, ayrıca günde iki yüz gram da yoğurt ye!' buyurdu, etrafa bakındı ve gitti.
O gidince merdivenden indim. ‘O mendili bana ver!' dedim.
‘Hayır vermem! Ben buraya gelirken babam bana: ‘Oğlum oradan gelirken o zâttan bana beyaz bir mendil getir!' demişti.' dedi."
Uzun Ömürlü Dostluk:
Ereğli'den merhum Kenan Pestilci kardeşimiz anlatmıştı:
"Bir ziyaretimde hediye olarak konserve hâlinde çilek reçeli getirmiştim. Ayrılırken tam bırakmak üzere idim ki, şu sözü söyledi:
‘Kenan efendi! Maddiyata dayanan dostluk kısa ömürlü olur, mâneviyata dayanan dostluk uzun ömürlü olur.'
Bu söz üzerine bırakacak derman bulamadım ve paketi alarak ayrıldım."
Rızâ İstersen
İncitme Hiçbir Canı:
Otomobil ile yolda giderlerken önlerine bir yılan çıkmış. Bir kardeş: "Efendim! Yılan öldürmenin sevap olduğunu söylüyorlar, ne buyurursunuz?" diye sormuş
Buyurmuşlar ki:
"Sevap istersen öldür yılanı,
Rızâ istersen incitme hiçbir canı."
Kendisi Daha Güzel!
- Efendim, Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kitapları nasıl?
- "Kitapları güzel, kendisi daha güzel!"
- Siz okuyor musunuz?
- "Kendisi daha güzel!"
Alışmamışız!
Mübarek sırtı kıbleye gelecek şekilde tam oturacaklardı ki;
"Biz şuraya oturalım, alışmamışız." buyurdular ve karşıya oturdular.
•
Uludağ'da bulundukları bir sırada çam dalından tutmuşlar, o anda Düzce'de kendilerinin arandığını söylemişler. Gelenlerin bulamadan döndükleri zaman üzüldüklerini ilâve etmişler.
İnce Bir İrşad:
Abdest alacaklardı. Bu arada kendilerine meyve ikram edildi.
"Efendim, abdestsiz yenmez demiyoruz, her zaman yeriz korkusuyla yemiyoruz." buyurdular.
•
Çankırı'dan bir kardeşimizin hatırası:
Düzce'de bulunduğu yıllarda Zât-ı âlileri'ni ziyarete gittik. Sohbet esnasında bize sedir gibi bir şeyin altında dizili kavonazları gösterip, "Bunları derler misiniz?" buyurdular.
Tek tek bakarak, hangi kavanozda ne olduğunu üzerine yazarak grupladım. Bir kavanoz kaldı. Dıştan içinde ne olduğu anlaşılmıyordu. Kapağını açarak, çay kaşığının ucuyla içinden alıp, "Efendim! Bu kavanozu anlayamadım, bir tadına bakar mısınız?" dediğimde; "Efendim! Şimdi abdestimiz yok, sonra bakarız!" buyurdular.
Abdestsiz olarak; bırakın yemeyi, tadına dahi bakmayı uygun görmediler.
Şurada Satış Yapardınız!
Erzincan'dan İstanbula gelip yerleşen, çeşitli işlerle uğraşıp, yıllar sonra Zât-ı âlileri'yle tanışan bir kardeşimizin hatırası:
İlk geldiğimizde Eminönü'nde, Tahtakale muhitinde belli bir yer bulmuş, orada küçük bir tezgâh açıp, rızkımızı temin ediyorduk. Daha sonra semt pazarcılığına başladık.
Zât-ı âlileri'ni tanıdığımızda pazar işiyle uğraşıyorduk. Bir gün Efendi Hazretlerimiz Eminönü'ne alış verişe geldiler. Biz de yanında idik. O bölgede gezerken, Erzincan'dan gelip, İstanbul'da ilk olarak durup, tezgâh açtığımız yere geldiğimizde; "Biz sizi, burada satış yaptığınızdan beri takip ediyoruz!" buyurdular.
Halbuki zahiren Zât-ı âlileri'yle tanışmamız, semt pazarcılığı yaptığımız yıllarda olmuş, İstanbul'a ilk geldiğimiz yıllarda değil de, yıllar sonra tanışmıştık.
Bize; "Sizi daha buradan itibaren takip ediyoruz diyerek" o durduğumuz yeri göstererek büyük bir şaşkınlığa, hayrete düşürerek bir kerametlerini daha göstermiş oldular.
O Kendisine Yaptı Yapacağını!
Bir kardeşimizin minibüs şoförü olan bir arkadaşı, beş vakit namazını kılan birisine bir otomobil satmış. Namazlı-abdestli olduğu için senet yapmaya lüzum görmemişler. Adam da sonradan bunu inkâr etmiş.
Bunu anlatan arkadaşı dedi ki: "Çok şey yapmayı düşündük amma, Allah'tan bulsun diyerek yakasını bıraktık."
Efendi Hazretlerimiz şöyle buyurdular:
"Sizin yapmanıza lüzum yok efendim, o kendisine yaptı yapacağını."
Anlatmak İşlerine Gelmiyor!
Muhalif ve muarız gruplardan birisi Efendi Hazretleri'nin iç durumunu öğrenmek maksadıyla istihare yapmış. Zât-ı âlileri'ni Lâfza-i celâl ile işlemeli bir kaftan giymiş olarak görmüş. Herkes hayranlıkla bakıyormuş. Bu rüyâsını bir kardeşimize anlatmış ve "Ben onun iç yüzünü öğrenmek istedim, Cenâb-ı Hakk da böyle gösterdi. Bunu sadece sana anlatıyorum, başka kimseye de anlatmadım" demiş.
Zât-ı âlileri'ne arz edildiğinde şöyle buyurdular:
"Anlatmak işlerine gelmiyor, çünkü birisi duyarsa belki uyanır.
Hazret-i Allah bunu ona kasten göstermiş. O rüyâ ile onu mesul edecek. "Sen benden hakikati öğrenmek istedin değil mi? Ben de sana gösterdim, niye çevreni uyarmadın?" Diye mesuliyetleri çok büyük olacak.
Biz O diyoruz, başka bir şey demiyoruz. Bunun sırrı burada toplanıyor. O tecelli ediyor da kabuğu gösteriyor. Çünkü başkası onu göremez kabuğu görür."
Her Şey Yalnız Allah İçin Olmalı:
Bizim yolumuzda yeme-içme, maksat-menfaat yoktur. Bize yemek-içmek için gelenler gelmesinler. Onlar bizden, biz onlardan uzak olalım. Bu temel üzerine bina kurmaya başlarsak sonu çok rahat olur.
Yük olmamalı, maksat-menfaat olmamalı, her şey yalnız Allah için olmalı. Mevlâ bir kulunu hizmet için ileriye sürmüşse, bir ömür boyu onun şükrü eda edilemez. Onun ikram ve ihsanı çok büyüktür. Bundan nefse paye çıkarmak, menfaate tevessül etmek, O'nun ikramını basit ve adi şeylerle değiştirmek demektir. Padişahlar padişahı yetmez mi sana?
Bir boğaz için hiçbir zaman hiç kimseyi rahatsız etmeye hakkımız yok. Nihayet bir karın doyurmak değil mi? İnsan zeytin-ekmekle de doyar. Ve onu veren Allah'a şükretmek gerek. Bu yolda yük olmak, âlemin sırtından geçinmek yok; gaye, maksat, menfaat yok... Bunlardan birisi girerse, Hazret-i Allah lütfunu çeker alır. Bu aklınızda kalsın.
•
Bir gün kardeşlerle beraber Zât-ı âlileri İzmir'e giderler. İnceliklerini gösteren bu hadisatı bizzat kendileri şöyle anlatırlar:
"O gidişimizde İzmir'de işimiz de vardı, kalmamız icabediyordu. Fakat yanımızda iki kardeş olduğu için dönmeyi tercih ettik. Herkesin misafirhanesi yok ki, herkesin durumu müsait değil ki... Yola çıktık, fakat hava birden değişti. Kar, fırtına, tipi... Döndük, otelde kaldık. İkinci gün yola çıktık. Bir de baktık ki, birçok arabalar yolda kalmış, kimisi kaymış devrilmiş. Ve yolda o gün kaza oldu. Yani kaza bu şekilde oldu.
Demirci'de iken bir hâl tecellî etmişti. Mühim bir hadise olacağını biliyoruz, fakat ne olacağını bilmiyorduk. Yani hayatımız pahasına da olsa hareket etik.
Gönül istiyor ki, bu düstur size yerleşsin. Yemek-içmek, yatmak-kalkmak katiyen bu yolda yaşamasın, kim ki ruhunu yaşatmak istiyorsa..."
Allah Yolu:
Efendilerimiz bu yolu Allah yolu diye tertemiz bırakmışlar. Şahsın ismi geçmemeli, bunu şahsa maletmemeli.
Cenâb-ı Hakk bir mahlûkunu kölelik şerefine nail ederse, ondan daha büyük fazilet yoktur. İkinci bir isim takmak bize çok acaip geliyor.
Bunun içindir ki sırası geldikçe size arzediyoruz. Elimden gelse ismimi değil cismimi de kazıyacağım diye.
Ad yapıp çığır açmayın. Yol Allah'ındır, dilediğine verir. Bölücülükten tefrikadan çok çekinin. Birçok insanların böyle helâk olduğunu gördüm ve görüyorum.
Meselâ bir gurup çıkmış, o muhterem hocaefendinin yolundan ayrılmışlar. Hiçkimseyi vekil bırakmadığı için, mebus seçer gibi reyle seçmişler.
Bölücülükten çok çekindiğimizden, böyle hadiselere meydan vermemek için tedbir mahiyetinde bunları söylüyoruz. Yoksa Hazret-i Allah nasıl murad etmişse öyle yapar.
Dünya'nın Aslı ve Mahiyeti:
Geçen gün dünyanın bir köşesini gösterdiler.
"Şu sizin canla sevdiğiniz dünyanın aslı ve mahiyeti budur!" dediler.
Allah Allah dedik, biz insanlar ne kadara gafiliz. Halbuki yarından emin değiliz, her an göçmeye mahkûmuz. Böyle iken dünyaya kökleşmeye çalışıyoruz.
Resme Değil,
Resmin Ötesine Bakmak!
Bir âbid resme bakar cisme bakar. Deruni noktalara âşina değildir.
Cenâb-ı Hakk'ın manaya ulaştırdığı kimseler ise deruni noktalara nazar eder.
Resme değil, resmin ötesine bakar. Aradaki fark çok büyüktür.
Mânevi Derece:
Şeyh Es'ad -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz'den bahsettiler:
"Hazret-i Allah ne kadar büyük şehadet makamı bahşetmiş. İbtilâya bakın. Zaten bu ibtilâ onların büyüklüklerinin alâmet ve işaretidir.
Bir insanın büyüklüğünü görmek istiyorsanız, ibtilâsına bakın. Manevi derecesini o nispette ölçmüş olursunuz."
•
"Medine-i Münevvere'de bulunuyoruz.
Bir gün baktık Şeyh Es'ad -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz bir yere girdiler. Oraya girmeyi istemiyorduk, fakat mecbur olduk. O cereyan orada geçti, kardeşlerin bir kısmı da yola çıkmışlardı. Hazret-i Allah onların yerine başkalarını kondurdu, onlar istifade ettiler. Giden kardeşler de o sohbetten mahrum oldular.
Piran-ı İzam'ın -kaddesallahu esrarehüm- tasarruf ve himmetleri bambaşka. Zamanın mürşidini yürüten onlardır. Onların tasarrufları altında yürür ve yürütür."
Rahmet Gecesi:
Mübarek bir gecede Mevlid-i şerif arasında bir hafız kardeşimiz Kur'an-ı kerim tilâvet ediyordu. Sık sık azap kelimeleri geçerken bir yerde takıldı ve ne kadar başından almışsa da gerisini getiremedi. Tebessüm ederek şöyle buyurdular:
"Ceza gecesi değil, rahmet gecesi!"
Misafir Sevgisi:
Düzce'de bulundukları yıllarda ziyaretlerine gelen birkaç misafirine şu mütevâzi sözleri söylediler:
"Burası benim evim değil, misafirhanedir. Kalbim kapıdan daha çok açıktır."
Mânevi Ziyaretler:
Zât-ı âlileri'yle birlikte Ashâb-ı Kehf'e gitmiştik. Kardeşler arabayla çok yakına kadar girmişler.
Efendi Hazretleri; "Yahu bu kadar yakına gidilir mi, büyük zâtların yanına arabayla bu kadar yaklaşılmaz. Araba geride bırakılır, yürüyerek gidilir huzurlarına" buyurdular.
Sonra bana dönüp, "Bak sabah kendini ateşe atmıştın ama baktım niyetin halis tuttuk. Hata herkes yapar. Hepimiz yapıyoruz. Önemli olan niyet." buyurdular.
Daha önceki bir mevzudan dolayı beni uyardılar.
O sabah Ashâb-ı Kehf'e gelirken Efendi Hazretleri'ne "Bu sabah yemekte bizimlesin." buyurmuşlar. "Şimdi onların misafiriyiz, mânevi ziyafeti verdiler." buyurdular.
Rızık Temini İçin:
Kurban bayramına yakın kıymetli günlerde Bolu Seben'e cami inşaatı için gidecektik. Gitmeden önce Mübarek'e uğradık. Efendi Hazretleri'ne "Oraya gidersek bu kıymetli günleri değerlendiremeyeceğiz, gitmezsek adamlar başkalarını bulacaklar, ne yapsak?" diye sordum.
"Hiç vakit kaybetmeden o işi yapmak için gidin. Helâl rızkın onda dokuzu çalışmaktadır efendim" buyurdular.
Hacc'da Karşılaşma:
Düzce'den bir kardeşimizin hatırası:
Mübareklerle Hacc'a gideceğiz. İki araba yola çıkacaktık. Bir arabaya mübarekler ve dört kardeş binecek, diğer arabaya biz ve diğer kardeşler binecektik. Mübarekler yola çıktılar. Fakat bir vesile ile bizim gideceğimiz araba bizi alamadı. Biz de hazırlanmıştık. Şimdi ne yapacağımızı şaşırdık.
Bizim buradan kalkan bir kafile vardı, önce İstanbul'a Eyüp Sultan Hazretleri'ni ziyaret edecekler, öyle yola koyulacaklardı, birden aklıma onlar geldi. Hemen bir araba ayarlayarak İstanbul'a yola çıktık ve kafileyi Fatih'te yakaladık. Yeriniz var mı diye sorduğumuzda, tam bizim kadar yerlerinin boş olduğunu öğrenince sevindik ve hemen onlara dahil olduk.
Tabi biz orada Mübarek'leri bulmak, onlara dahil olmak arzusundaydık.
Basra'dan dolaştık. Harem-i şerif'e akşam üzeri vardık. O akşamı sabaha kadar gezdim. Nerede kaldıklarını aradım, bir sene önce kaldığımız eve gittim, orada yoklardı. Oraya gidiyorum, buraya gidiyorum sabaha kadar gezdim, fakat bulamadım.
Harem-i şerif'te namaz vakti oldu, namazı kıldık ve çıkmaya başladılar, bir direğin dibinde oturmuş etrafa bakıyordum. Bir yandan da râbıta yapıyordum, başımı çevirdim ve bir baktım ki karşımda Efendi Hazretleri. Öyle sevindim ki...
Biz onları bulamadık ama, onlar bizi buldular. Çok kalabalık, nerede ve nasıl bulunacak...
"Sonra Sizinle Görüşelim":
Tuzla'dan bir kardeşimiz anlattı:
"2004 yılında Hacc'a gitmek için eşimle beraber Efendimiz Hazretleri'nden duâ almaya gittik. ‘Hayırlı olsun inşaallah!' dedi. Tam kalkacağımız sırada: ‘Sonra sizinle görüşelim.' buyurdular.
Aradan on beş gün kadar geçti, zamanımız da vardı. Tekrar huzura çıktığımda yirmi bir yaşında iken başından geçen bir hadiseyi anlattı. Hacc'a gitmeye niyetlenmiş, bu niyetle Hacc parasını biriktirmiş. Fakat elindeki para bir anda erimiş. Hiç kimseye borç para da vermediği hâlde bu paranın bir anda elinden gitmesine hayret etmiş. Buna rağmen Hacc'a gitmeye çok kısa bir zaman kala yine Hacc parası birikmiş ve o sene gitmiş.
Bunu bana niçin anlattığını önce anlayamadım. Hacc paralarını yatıracağımız sırada paramız çalındı ve gidemedik. Bize işareti vermişler amma anlayamamışız, sonra mânâsı çözüldü ve bir sene sonra nasip oldu."
Gözle Görülen Lütuflar:
Ankara'dan bir kardeşimiz anlattı:
"Ankara'nın içinde çalışıyorduk. Bir işyerine girdik. Henüz kitapları tanıtmaya bile fırsat olmamıştı ki, dükkân sahibi kucağımızda kitaplarla bizi görünce: ‘Seçtiğiniz iki kitabı masaya bırakın, parasını alın çıkın!' dedi. Ne demek istediğini önce anlayamadık. ‘Beyefendi hayırdır inşaallah, biz daha size kitap tanıtmadık?' dedik.
Bize şu karşılığı verdi:
‘Ben bu gece rüyâmda dükkânıma iki kişinin geldiğini ve bana iki kitap bıraktığını gördüm.'
Biz de iki kitap seçip masasının üzerine koyduk, parasını alıp çıktık."
Şehitliği Mâlum Olan Asker!
Düzce'ye bağlı eski adı Üskübü olan Konuralp beldesinden bir kardeşimizin anlattıkları:
"Oğlum askere gidecekti. ‘Gel oğlum Efendimiz'in duâsını alalım.' dedim, beraberce Düzce'ye geldik. ‘Efendim! Oğlum Erzincan'a askere gidiyor. Duâ edin de inşaallah sağ-salim gider gelir.' dedim. Elinde ayakkabı işi vardı, hiç duymamış gibi işine devam etti, bir cevap vermedi. Belki duymamıştır diye takrar ettim, yine oralı olmadı. Kalktık ikimiz de elini öptük. ‘Güle güle yavrum!, Allah'a emanet ol!' dedi, başka bir şey demedi.
Dışarıya çıktığımızda, içimde hiç tarif edemeyeceğim bir duygu belirdi. Oğlumu otobüsün yanına kadar götürdüm, kucakladım, öptüm ve uğurladım. Sanki bir daha göremeyeceğim gibi geldi. Boynu bükük, kalbi kırık olarak eve geldim, kimseye de bir şey diyemedim.
Aradan bir zaman geçti, köye bir asker geldi. ‘Amca sizi askerlik şubesi başkanı istiyor.' dedi, bir yazı imzalattı ve gitti. Günlerdir zaten içim kavrulup duruyordu, gönlümdeki ateş daha da arttı. Apar-topar şehre indim, doğruca şubeye gittim. Kapıdaki nöbetçiye yazıyı gösterdiğimde birden durumu değişti, hemen içeriye gitti, az sonra şube başkanı kapıya geldi. ‘Amca içeriye buyrun!' dedi ve odasına aldı. Yanıma oturdu, hâl-hatır sordu. Nefesimi kesmiş bir şekilde bir şeyler bekliyordum. Nihayetinde beklediğim sözü söyledi: ‘Amca ne mutlu sana! Şehit babası oldun!' dedi, boynumu büktüm, ağlayamadım da. Oradan gelen yazıyı okudu ve durumu teferruâtıyla anlattı.
Askerî bir tatbikat esnasında şehit olmuş. Öyle bir yararlılık göstermiş ki herkes hayran kalmış. Bütün komutanlar şehit olduğu yere gömülmesi için istekte bulunmuşlar ve oraya gömülmüş.
Şubeden çıkar çıkmaz doğruca Efendi Hazretleri'ne gittim, durumu anlattım. Öyle tesellî edici sözler söyledi ki, inanın, o anda kor gibi yanan gönlümün ateşi bir anda sönüverdi.
Köye geldim, ev halkına anlattım, ağlaştık, acımızı içimize gömdük, oğlumuzu Rabb'imize emanet ettik. Bir-iki gün içinde evcek Erzincan'a gittik, oğlumuzun kabrini ziyaret ettik. Bize orada çok hürmet ve iltifatlar ettiler, acımız tazelendi.
Aradan bir zaman geçti, oğlumla ilgili olarak kızım bir rüyâ görmüş. Şehre inerek Efendimiz'e anlattım.
"Oğlunuz öyle bir şehit olmuş ki, tâ buradan oraya giderek kabri ziyaret edilecek bir kimse olarak şehit olmuş!' buyurdu."
Gelişinden, Edebinden:
Bir gün havuzun başında oturuyoruz. Yaşlı bir zât geldi. "Bu benim ikinci gelişim. Ben filân yere müntesibim. Adapazarı'ndaki ihvanınıza bakıyorum, hayran kalıyorum. Bizde çok çalışanlar var, fakat hep boş, çünkü o hava yok. Duâ et ki, Allah'ım bize de o hâli versin. Ben sizden bunu ricâ etmek için geldim." dedi.
"Allah'ıma sonsuz şükürler olsun. Allah-u Teâlâ kime verirse, şahısta hiçbir şey yok."
Bir gün de bir kardeşimiz geldi. "Ben Adapazarı'ndan hiç kimseyi tanımıyorum, fakat hepsini tanıyorum." dedi.
"Nereden tanıyorsun?" diye sorduk.
"Gelişinden, edebinden." dedi.
http://www.hakikat.com/dergi/205/bsyz20502.html
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |