Kutuplarla Devam Eden İlâhî Hilâfet, “Hâtemü’l-Velâye” İle Son Bulacaktır
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri kutuplar vasıtasıyla devam eden hilâfetin, dünyanın sonu gelince Hâtem’ül-Velâye ile son bulacağını ifade ederek şöyle buyurmuştur:
“Bil ki, ilâhî hilâfet dünyada onu yerine getirecek olan kimseden uzak olmaz. Çünkü dünyanın bir sonu vardır, onun içindeki her şeyin de bir sonu vardır. Onun sonunda, artık ilâhî hilâfetin bir kimsede toplanması lâzım gelecektir.
Nübüvvet’in has bir şekilde sona ermesinden sonra -ki bu şeriattır-; velilerden olan kâmiller ve kutuplarla bir hilâfet oluşur ve o da ‘Hâtemü’l-velâye’de son bulur.
Velâyet mutlak ve kayıtlı olmak üzere iki kısımdır. Mutlak velâyetin mânâsı; kayıtlı olan bütün velâyet cüzlerinin ‘Ferd’leştiği; yani tekleştiği küllî velâyettir. Her ikisinin de, yani küllîsinin de cüz’îsinin de zuhurunu talep ettikleri ve Enbiyâ Aleyhimüsselâm’ın dahi ‘Zâhir’ ismi sayesinde kendilerine verilen şeyle; velâyetle, belki nübüvvetle dahî mazhar olamadıkları bu ‘Ferd’ oluştur. Bütün velâyetler, onlara vâris olmaları yolu ile bu Ümmet-i Muhammed’de zuhur etmiştir.
Nitekim kâmiller: ‘Falan Musa’nın kalbi üzerindedir, filân İsa’nın kalbi üzerindedir.’ diye ona işaret eder. Yani o, miras yoluyla velâyeti hususunda onun mazharıdır.
Peygamber’imiz -sallallahu aleyhi ve sellem- küllî nübüvvet dairesinin sahibi olması nedeniyle, aynı zamanda küllî velâyetin de sahibidir. Çünkü bu nübüvvetin bâtını mutlak velâyettir. Dolayısıyla o, onun da sahibidir.
Bu ümmetin içinde Enbiyâ Aleyhimüsselâm’ın hepsinin velâyetini ikâme edecek bir mazhar bulunur. Dolayısıyla O’nun (Muhammed Aleyhisselâm’ın) velâyeti için de böyle bir mazhar bulunması uzak değildir.” (“Risâle fi’t-Tasavvuf”; Ayasofya, nr.: 1898, 110b-111a yaprağı.)
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri kutuplar vasıtasıyla devam eden hilâfetin, dünyanın sonu gelince Hâtem’ül-Velâye ile son bulacağını ifade ederek şöyle buyurmuştur:
“Bil ki, ilâhî hilâfet dünyada onu yerine getirecek olan kimseden uzak olmaz. Çünkü dünyanın bir sonu vardır, onun içindeki her şeyin de bir sonu vardır. Onun sonunda, artık ilâhî hilâfetin bir kimsede toplanması lâzım gelecektir.
Nübüvvet’in has bir şekilde sona ermesinden sonra -ki bu şeriattır-; velilerden olan kâmiller ve kutuplarla bir hilâfet oluşur ve o da ‘Hâtemü’l-velâye’de son bulur.
Velâyet mutlak ve kayıtlı olmak üzere iki kısımdır. Mutlak velâyetin mânâsı; kayıtlı olan bütün velâyet cüzlerinin ‘Ferd’leştiği; yani tekleştiği küllî velâyettir. Her ikisinin de, yani küllîsinin de cüz’îsinin de zuhurunu talep ettikleri ve Enbiyâ Aleyhimüsselâm’ın dahi ‘Zâhir’ ismi sayesinde kendilerine verilen şeyle; velâyetle, belki nübüvvetle dahî mazhar olamadıkları bu ‘Ferd’ oluştur. Bütün velâyetler, onlara vâris olmaları yolu ile bu Ümmet-i Muhammed’de zuhur etmiştir.
Nitekim kâmiller: ‘Falan Musa’nın kalbi üzerindedir, filân İsa’nın kalbi üzerindedir.’ diye ona işaret eder. Yani o, miras yoluyla velâyeti hususunda onun mazharıdır.
Peygamber’imiz -sallallahu aleyhi ve sellem- küllî nübüvvet dairesinin sahibi olması nedeniyle, aynı zamanda küllî velâyetin de sahibidir. Çünkü bu nübüvvetin bâtını mutlak velâyettir. Dolayısıyla o, onun da sahibidir.
Bu ümmetin içinde Enbiyâ Aleyhimüsselâm’ın hepsinin velâyetini ikâme edecek bir mazhar bulunur. Dolayısıyla O’nun (Muhammed Aleyhisselâm’ın) velâyeti için de böyle bir mazhar bulunması uzak değildir.” (“Risâle fi’t-Tasavvuf”; Ayasofya, nr.: 1898, 110b-111a yaprağı.)