1165 yılında İspanya’nın Mürsiye şehrinde doğan ve 1240’ta
Şam’da vefat etmiş olan Muhyiddîn İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri,
asırların yetiştiremediği büyük bir veli, bugünkü ilim dünyasını hayrette
bırakan bir âlim, ledün âleminden ilâhî füyûzâtın tertemiz havasını gönüllere
estirmiş bir zât-ı âlîdir.
Büyüklüğüne hayran olanlar, beyanlarındaki derinlik karşısında
ona “En büyük şeyh” mânâsına “Şeyh’ül-Ekber” ünvanını vermişler;
yaşadığı devrin ileri gelen âlimleri ise onu “Sahili bulunmayan bir mârifet
denizi” olarak vasıflandırmışlardır.
Ebu Medyen Mağribî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin eliyle kemâl
bulan ve şöhreti dünyâyı tutmuş olan Hazret’in yazdığı eserler beşyüzü bulmakta
olup, bunların en meşhurları “Fütûhâtü’l-Mekkiyye” ile
“Fusûsu’l-Hikem”dir.
“Fütûhâtü’l-Mekkiyye”nin yazımına Mekke-i Mükerreme’de
başlamış; zaman zaman ilâveler yaptığı bu kıymetli eserine, vefatından kısa bir
süre önce son şeklini vermiştir.
“Hikmet incileri” mânâsına gelen “Fusûsu’l-Hikem”
isimli eserini ise rüyâsında Resulullah Aleyhisselâm’dan harfiyyen ve aynen
alarak; ihtivâ ettiği konuları ne eksik ne de fazla yazmaksızın olduğu gibi
nakletmiştir. Sonraki devirlerde yaşamış olan âlimler bu kitaba kırktan fazla
şerh yazmışlardır.
Kitaplarında velilerin sonuncusu ile ilgili çok ince ve derin
sırlardan bahsetmiş, hatta bu hususla ilgili olarak “Anka-i Mağrib fî
Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ” adında müstakil bir eser de yazmış olmasına
rağmen; eser geri plânda kaldığı ve şimdiye kadar pek üzerinde durulmadığı için,
Hazret’in genellikle “Fütûhâtü’l-Mekkiyye” ve “Füsûsu’l-Hikem”deki
beyanlarına yer verilmiştir.
“Tedbîrâtü’l-İlâhiyye”, “Kitâbu’l-Beyân”,
“Mefâtihü’l-Gayb”, “Risâle-i Ehadiyye”, “Şeceretü’l-Kevn”
ve “Mişkâtü’l-Envâr” ismindeki kitapları, telif ettiği diğer önemli
eserlerden bazılarıdır.
Şeyhü'l-ekber Muhyiddîn Ibnü’l-Arâbî -kuddise sırruh-
Hazretleri'nin Şam'da, Sâlihiyye semtinde, Yavuz Sultan Selim Han tarafından
yaptırılan türbesi.
"Fütûhâtü'l-Mekkiyye"nin kapak sayfası
"Hâtemü’l-Velâye" Hakkındaki Beyan ve
İfşaatları:
Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh-
Hazretleri’nin; "Fusûsu’l-Hikem", "Fütûhâtü’l-Mekkiyye" ve "Ankâ-i Muğrib fî
Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ" adlı eserlerinde yeralan ifşaatlarının bir kısmı,
dergimizin daha önceki sayılarında arzedilmişti.
Ancak, Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin
"Fütûhâtü’l-Mekkiyye" ve "Ankâ-i Muğrib" isimli kitaplarının bâzı noktalarında;
kendisinin, henüz zuhûr etmediği hâlde Hâtemü’l-evliyâ olan zâtla
karşılaştığını, konuşup görüştüğünü ve ondaki bâzı alâmetleri bizzat müşâhade
ettiğini ortaya koyan öylesine mühim ifşaatları vardır ki; bunlar onun, bu zâtın
kim olduğunu tespit husûsunda hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık ve
kesin beyanlarıdır.
"Hâtemü’l-Velâye" İle Görüşme (1):
Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh-
Hazretleri "Fütûhâtü’l-Mekkiyye" isimli eserinde, Hâtemü’l-evliyâ’nın soylu bir
Arap âilesine mensup olacağını; kendisinin, yaşadığı devirde henüz cismen zuhûr
etmemiş olan bu zâtla karşılaştığını, Allah’ın ondaki alâmetini ve başkalarından
gizlemiş olduğu Velâyet’ini kendisine bildirdiğini beyân etmiş; ondaki ilâhî
ilmi süflî birtakım kimselerin inkâra kalkışacağını haber vermiştir:
"Hatmü’l-velâyeti’l-Muhammediyye, bu Arab’ın en keremli
aslından ve neslinden olan bir şahsındır. O bizim zamânımızda, bugün dahî
mevcuttu. Ben beş yüz doksan beş senesinde onunla tanıştım ve Hakk kendisinin,
kullarının gözlerinden gizlediği ondaki alâmetini bana gösterip, Fas şehrinde
onu bana keşfettirdi. Hatta ben ondaki ‘Hâtemü’l-velâye’yi dahî gördüm.
İnsanların çoğu aynı zamanda onun, mutlak bir biçimde ‘Hâtemü’n-nübüvve’
olduğunu da bilmez.
Nitekim Allah onun sırrında, kendisini bilmekten yana Hakk’ın
kendisinde gerçekleştiği şey husûsunda ona inkâr ehlini mübtelâ kılar. Şer’î
nübüvveti Allah nasıl ki Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-le hatmetmişse;
Allah diğer peygamberlerden tahsil edilemeyen, ancak Muhammedî vârislerin tahsil
edebildiği velâyet-i Muhammedî’nin Hatm’iyle de öylece
hatmedecektir.
İşte bu Hatmü’l-Muhammedî’den sonra, velî-lerden İbrâhim,
Musâ ve İsâ’ya vâris kimseler bulunabilir; ondan sonra, Muhammed -sallallahu
aleyhi ve sellem-e vâris olan bir velî ise bulunmaz. İşte
Hâtemü’l-velâyeti’l-Muhammediyye’nin mânâsı budur." (Fütûhâtü’l-Mekkiyye
an Esrâri Mem-leketi’l-Mâlikiyye ve’l-Mülkiyye; c.3, s.87-88, Bas.: Beyrut,
1994.)
"Hâtemü’l-Velâye" İle Görüşme (2):
Hazret, Hâtemü’l-evliyâ olan zâtla görüştüğü ânı
"Fütûhâtü’l-Mekkiyye"nin başka bir yerinde, az önceki sözlerine benzer
ifâdelerle tekrar arzetmiş; ancak bu defâ onun insanlardan gizlenen âlâmetinin
ne olduğunu da açıkça ifşâ ederek, bu velînin makâmının Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-in cesedinden bir tüy olduğunu haber vermiştir:
"Hâtemü’l-Velâyeti’l-Muhammediyye; ümmet-i Muhammed’in
velâyeti için zuhûr edecek has Hatm’dir; İsâ Aleyhisselâm ile İlyâs, Hızır gibi
ondan başkaları ve ümmette zuhûr eden Allah-u Teâlâ’nın her velîsi onun
‘Hatmiyyet’ hükmünün içine dâhildir. İsâ Aleyhisselâm da bu
Hatmü’l-Muhammedî’nin Hatm’i altında sona erdirici bir ‘Hatm’
olur."
"Ben beş yüz doksan dört senesinde, batı beldelerinden olan
Fas’ta, bu Hâtemü’l-Muhammedî ile tanışıp konuştum. Hakk onu bana târif etti ve
onun adlandırılamayan alâmetini bana verdi. Zirâ onun menzili, Resulullah
-sallallâhu aleyhi ve sellem-in cesedinden bir tüyün
menzilidir.
Onunla ilgili olarak özetle bunu kavrayabildim; Allah’ın
onunla ilgili olarak bildirdiğinin veyâ bu dâvâ içinde kendisini tanıyıp tasdik
etmenin dışında, onu tafsilâtlı bir biçimde tanıyıp bilemedim. İşte bu sebeple
onu, (onun) tüylerinden bir tüy olarak bil ve tüylerin misâlini de evin
üzerindeki kapalı bir kapı veyâ örtük bir sandık şeklinde gör! Bu evin içinde,
içerisinde hareket etmeye salıverilmiş bir hayvan bulunduğu hissedilir; lâkin
ağır bir şey ihtivâ eden sandığı ağırlaştıran(ın ne olduğu) bilinemediği gibi,
onun da hayvan türlerinden hangisi olduğu bilinmez, veyâ insan olduğu anlaşılır,
ama onun aynının başkasınınkinden farklı olduğu anlaşılmaz. Dolayısıyla da bu
sandıkta gizlenen bu şeyin aynının ne olduğu bir türlü bilinemez. İşte bu
gizlilik için, anlayışı sağlayıcı bir adlandırma olarak bu misâl
verilebilir." (Fütûhâtü’l-Mekkiyye an Esrâri Memleketi’l-Mâlikiyye
ve’l-Mülkiyye; c.6, s.393, Bas.: Beyrut, 1994.)
Mehdî’nin, Kemâlâtına Erişemediği Has Velâyet’in
Vârisi:
Şeyhü’l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri
"Fütûhâtü’l-Mekkiyye"nin başka bir noktasında; "Hâtemü’l-velâye" ile zuhûr
edecek olan kimsenin, ehl-i Beyt’e mensup olan ve zâhirî neseb itibâriyle zuhûru
beklenen Hazret-i Mehdî olmadığını; bu lütfa ancak Hâtemü’l-enbiyâ
Aleyhisselâm’ın has velâyet’ine vâris ve onun hem soy, hem de ahlâk sülâlesine
mensup bir kimsenin vâris olacağını beyan buyurmuştur:
"Bu dünyânın bir başlangıcı ve bir nihâyeti bulununca;
Allah Sübhânehû, onun içinde vârettiği her şeyi de, kendisi için hem başlangıç
hem de hitam vasfı bulunması nedeniyle hatmetmeyi bir kâziye edinmiştir. İnzâl
buyurulan şeriat da onun içindeki şeyler cümlesinden olup, Allah bu inzâli
‘Hâteme’n-nebiyyîn’ olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in şeriatı ile
hatmetmiştir."
"Nübüvvetin onunla (Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-le)
hatmedilmesinden sonra her nebînin hükmü artık bir velî hükmüne döner.
Dolayısıyla o (Hâtemü’l-evliyâ) da dünyâda iken ona tahsis edilen makâma göre
iner ve O’na -sallallahu aleyhi ve sellem- verilen (Hatm) ismi ona da atfedilip,
ahlâkı onunkine benzetilerek, onun has olan velâyetini hatmetmeye hak kazanır. O
‘Muntazar’ diye tanınıp isimlendirilen Mehdî değildir. Bu onun sülâlesinden ve
neslindendir. Hatm onun yalnız hissî sülâlesinden değil; onun -sallallahu aleyhi
ve sellem- hem soy, hem de ahlâk sülâlesinden olacaktır.
Nitekim Allah, bizim kendisine işâret ettiğimiz şey hakkında
şöyle buyurmuştur:
‘Her ümmetin bir sonu vardır.’ (Yunus: 49)
Dünyâdaki bütün mahlûkât türleri birer ümmettir.
‘Gündüzden geceyi çıkarır, geceden gündüzü çıkarır. Güneşi ve
ayı size musahhar kılmıştır. Hepsi de belirli bir sona doğru akıp gitmektedir.’
(Lokman. 29)
Buyruğunun hemen akabinde de ‘Her şeyin belirli bir sona doğru
akıp gittiğini’ beyan buyurmuştur. O ona bir hitam tâyin etmiştir; o onun sona
ereceği sürenin nihâyetidir.
Ümmet nev’inden olan;
‘Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbîh etmesin!’
(İsrâ: 44)
Sana beyân ettiğimiz şeyi iyi anla! Zirâ o ancak keşif
yoluyla bilinebilen, gizli bir âlemin sırlarındandır. Allah Hakk’a hidâyet eden
ve doğru yola iletendir!" (Fütûhâtü’l-Mekkiyye an Esrâri
Memleketi’l-Mâlikiyye ve’l-Mülkiyye; c.3, s.89, Bas.: Beyrut, 1994.)
"Fütûhâtü’l-Mekkiyye"de yer alan diğer bir beyanlarında ise;
Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın Allah ile ahlâklanıp, ahlâkın güzelliklerini
tamamlama husûsunda Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’a bir yoldaş kılınacağını;
ayrıca ona verilecek olan ilmin, onun şeriatındaki şeyler cümlesinden olacağını
haber vermişlerdir:
"Hâtemü’l-velâyeti’l-Muhammediyye kendisine hak kılınan
kimsenin sıfatı; Allah ile güzel ahlâkı ve ahlâk cihetinden insanlara hâsıl
kılınan şeylerin tümünü tamamlamak sûretiyle bir ‘Hâtem’ olmaktır. Bu ahlâkın
meydana getirildiği kimse, Allah ile ahlâkı sarfetmeye muvaffak kılınır. Hiç
şüphesiz ki bu da, gâyeler farklı olduğu için böyle olur. Güzel ahlâk, O’nu gâye
edinmeye muvâfakatten ibâret olan, kişinin O’nunla berâber olup, O’nunla
ahlâklanmasıdır. Başkasının yanında övülmek ya da zemmedilmek bundan daha
başkadır. Vücûdun içine yerleştirilmediği vakit yaygınlaşan ise, âleme
güzellikle muvâfakattir ki, ona nisbetle bu husustaki en güzel nazar da, Hakîm
(et-Tirmizî)’nin nazarıdır: ‘İstenilen şeyi, istenildiği an, istenildiği gibi
yap! Mevcûdâtın içine nazar edilirse, Hakk’ın benzeri bir sâhip bulunmaz; O’nun
seni sâhiplenmesinden daha güzel bir sâhiplenme de olmaz.’"
"Ben onun muâmelesindeki saâdeti ve O’nun irâdesindeki
muvâfakati gördüm. O’nun haddi ve şeriatı hakkındaki gözcülük, onun ve
tâbîlerinin yanıbaşında durur. O’nun ilmi de O’nun şeriatındaki herhangi bir şey
cümlesinden olur. Pak bir Melîk’e ve mükerrem bir Resul’e Allah’tan başkası
nasıl karışabilir? Melik, mülkü elinde bulunduran kimseden ibâret olunca, Hakk
sâhibini gözeteceklere de, zikrettiklerimizin tümüyle bir gözcü olur; ilâhî
ahlâkı da ancak Efendi’siyle birlikte sarfeder.
İşte bu mesâbe ile vâredilince de, O’nun Resûl’ü
hakkında;
‘Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk üzerindesin!’
(Kalem: 4) diye beyan buyurulan şeyin ve (Hazret-i) Âişe’nin;
"O’nun ahlâkı Kur’an’dı. Sıdk makâmındaki, kudret ve kuvvet
sâhibi Hükümdâr’ın huzûrundaki Hakk diliyle; Allah’ın övdüğünü över, Allah’ın
zemmettiğini zemmederdi.’ sözünün benzeri, artık onun hakkında da söylenir.
Onun aslından senin karşına çıkıp da, onun ahlâkını âleme
yayınca ve tüm ufuklara kadar vâsıl kılınca; ‘Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk
üzerindesin.’ buyruğuna göre, onun velâyet-i Muhammediyye sıfatına sâhip olan bu
kimseye de hatme erdirme hakkı kazandırılarak; ona bir yoldaş
kılınır.
Allah bizi, hidâyet yoluna kendisiyle hidâyet
ettiklerinden kılsın ve onu da, onun üzerinde yürümeye ve O’nun hidâyetine
erdirmeye muvaffak eylesin!" (Fütûhâtü’l-Mekkiyye an Esrâri
Memleketi’l-Mâlikiyye ve’l-Mülkiyye; c.3, s.88-89, Bas.: Beyrut,
1994.)