Hâtemü’l-Evliyâ’nın
“Ferdâniyyet ve Samedâniyyet Makâmı”na Seyri:
Ziyâüddîn Ammâr el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri “Behcetü’t-Tâife Bi’llâhi’l-Ârife” isimli eserinin son satırlarında, Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Hatmü’l-evliyâ” kitabında sorduğu “Kalbin varacağı en son nokta neresidir?” sorusunu cevaplandırırken, Hâtemü’l-evliyâ’nın makâmı olan “Ferdâniyyet ve Samedâniyyet mülkü”nden öteye hiç kimsenin geçemeyeceğine işâret etmiş; “Velîlerin seyyidi” ve “Sıddîkların reîsi” olan bu zâta bu vasıflarla birlikte, ilâhî dâvet ve şefâat gibi lütufların verileceğini haber vermiştir:
“Kalbin nihâyeti, kendisine Sübhân’ı bildirecek olan şeye erişmektir. Ona kendisi için nihâyet bulunmayan Sübhân’ı bildiren şey de, varılacak yerin sona ermesiyle vâkıf olunan ilâhî isimlerin sonuncusudur. O artık ‘Ferdâniyyet ve Samedâniyyet makâmı’nda, Mülk’ün Melik’ine dâhil olmuştur. İşte ne bundan sonra husûle gelen hâl hakkında, ne de tahsîs edilen ismi Hatm’e erdirenden sözetmekle, onun Hatm’e erişinin alâmetleriyle ilgili olarak söylenebilecek hiçbir şey yoktur.”
“Hiç şüphe yok ki kalp, tâ ki Mâlik’e varan mülk mümkün kılınıncaya kadar; bir mülkten öteye geçip, başka bir mülke ulaşarak nihâyete erer.
Hakîm (et-Tirmizî); ‘Öyle velî vardır ki, ilk mülkte ikâmet eder ve bu mülkün ismi kendisine verilir. Öyle velî de vardır ki; ikinci, üçüncü ve dördüncü mülke kadar ulaşarak, ilâhî isimlere karşılık gelen her mülkün ismi kendisine tahsîs edilir.’ buyurmuştur. Zîrâ ‘Ferdâniyyet ve Samedâniyyet mülkü’ne vâsıl olmak bundan daha başkadır.
İşte ‘Allah’ın velîsi’nin kalbi budur. Velîler için bundan öteye geçme ve seyretme yoktur. Zîrâ o, onların Seyyid’i ve aynı zamanda sıddîkların reisi olan, kendisine dâvet ve şefâat verilmiş bulunan ‘Hâtemü’l-evliyâ’dır.
İzin Sâhibi’nin sarfını muhâlefetle kesmeksizin, onun dâimâ O’nunla tasarruf etmesini sağlayan ilâhî kabza olacağı için; o nerede izne muhtaç olmaksızın, kendisini koruyan ve muhâfaza altında tutan ilâhî kabzanın içinde bulunur.
Hiç şüphesiz ki ilâhî tasarruf, ilâhî bir iznin husûle gelmesiyle olur; zîrâ ilâhî izin olmadıkça herhangi bir kimse tasarrrufta bulunamaz. Halbuki ilim makâmındaki bir kimse bundan müstesnâdır. Derin ve lâtif bir makamda bulunan kimse de bunun dışındadır. İşte ‘Allah’ın velîsi’ olan Hâtemü’l-evliyâ’nın tasarrufunda (bunların) hepsi vardır.” (“Behcetü’t-Tâife Bi’llâhi’l-Ârife”; Berlin “Ahlwardt”, nr.: 2842, 45b-46a yaprağı.)
“Ferdâniyyet ve Samedâniyyet Makâmı”na Seyri:
Ziyâüddîn Ammâr el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri “Behcetü’t-Tâife Bi’llâhi’l-Ârife” isimli eserinin son satırlarında, Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Hatmü’l-evliyâ” kitabında sorduğu “Kalbin varacağı en son nokta neresidir?” sorusunu cevaplandırırken, Hâtemü’l-evliyâ’nın makâmı olan “Ferdâniyyet ve Samedâniyyet mülkü”nden öteye hiç kimsenin geçemeyeceğine işâret etmiş; “Velîlerin seyyidi” ve “Sıddîkların reîsi” olan bu zâta bu vasıflarla birlikte, ilâhî dâvet ve şefâat gibi lütufların verileceğini haber vermiştir:
“Kalbin nihâyeti, kendisine Sübhân’ı bildirecek olan şeye erişmektir. Ona kendisi için nihâyet bulunmayan Sübhân’ı bildiren şey de, varılacak yerin sona ermesiyle vâkıf olunan ilâhî isimlerin sonuncusudur. O artık ‘Ferdâniyyet ve Samedâniyyet makâmı’nda, Mülk’ün Melik’ine dâhil olmuştur. İşte ne bundan sonra husûle gelen hâl hakkında, ne de tahsîs edilen ismi Hatm’e erdirenden sözetmekle, onun Hatm’e erişinin alâmetleriyle ilgili olarak söylenebilecek hiçbir şey yoktur.”
“Hiç şüphe yok ki kalp, tâ ki Mâlik’e varan mülk mümkün kılınıncaya kadar; bir mülkten öteye geçip, başka bir mülke ulaşarak nihâyete erer.
Hakîm (et-Tirmizî); ‘Öyle velî vardır ki, ilk mülkte ikâmet eder ve bu mülkün ismi kendisine verilir. Öyle velî de vardır ki; ikinci, üçüncü ve dördüncü mülke kadar ulaşarak, ilâhî isimlere karşılık gelen her mülkün ismi kendisine tahsîs edilir.’ buyurmuştur. Zîrâ ‘Ferdâniyyet ve Samedâniyyet mülkü’ne vâsıl olmak bundan daha başkadır.
İşte ‘Allah’ın velîsi’nin kalbi budur. Velîler için bundan öteye geçme ve seyretme yoktur. Zîrâ o, onların Seyyid’i ve aynı zamanda sıddîkların reisi olan, kendisine dâvet ve şefâat verilmiş bulunan ‘Hâtemü’l-evliyâ’dır.
İzin Sâhibi’nin sarfını muhâlefetle kesmeksizin, onun dâimâ O’nunla tasarruf etmesini sağlayan ilâhî kabza olacağı için; o nerede izne muhtaç olmaksızın, kendisini koruyan ve muhâfaza altında tutan ilâhî kabzanın içinde bulunur.
Hiç şüphesiz ki ilâhî tasarruf, ilâhî bir iznin husûle gelmesiyle olur; zîrâ ilâhî izin olmadıkça herhangi bir kimse tasarrrufta bulunamaz. Halbuki ilim makâmındaki bir kimse bundan müstesnâdır. Derin ve lâtif bir makamda bulunan kimse de bunun dışındadır. İşte ‘Allah’ın velîsi’ olan Hâtemü’l-evliyâ’nın tasarrufunda (bunların) hepsi vardır.” (“Behcetü’t-Tâife Bi’llâhi’l-Ârife”; Berlin “Ahlwardt”, nr.: 2842, 45b-46a yaprağı.)