HALİL FEVZİ -Kuddise Sırruh- Hazretleri'nin
ÖMER ÖNGÜT -Kuddise Sırruh- Hazretleri'ne Teveccühleri
Emir Edepten Üstündür:
Bir gün Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerinde bulunuyorduk. Vâlide Hanım'a:
"Kahve yap!" diye emrettiler.
Kahve geldi: "İç oğlum!" buyurdular ve bize kahve içirdiler.
Halbuki kahve içeceğimizden değil. Çünkü ben ondaki esrarı bilmem ki. Öyle bir âdetleri de yoktu. O kahvenin içine koydukları şeyi bize vereceklerdi. Herkes kahveyi görür, içine ne koyduğunu kimse bilmez.
Hatta bir defasında da şöyle oldu. Setin üzerinde bir minder vardı:
"Oğlum otur şuraya!" buyurdular.
Hemen yerimizden kalkıp oraya oturduk. Niçin? Emir olduğu için. Yoksa diğer zamanlar huzurlarına girerken parmak uçlarına basarak girerdik, acaba bir hata mı işleriz diye. Allah'ımıza sonsuz şükürler olsun ki böyle sevgililerine bende eylemiş.
Hatta intisaptan sonraki günlerde, Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerinde bulunurken bazen: "Oku hâfızım!.." buyururlardı. Veyahut ders almak için birisi geldiğinde Hafız Bayram'ı katıp bize gönderirler "Hafıza götür bunu, ders versin!" buyururlardı. Halbuki biz o zaman çocuktuk, dersten bile haberimiz yoktu. "Hafızlık bizde ne gezer!" derdik.
Hafız Bayram Efendi oranın çok eskisi, senelerdir huzur-u saâdetlerinde bulunmuş, elli-elli beş yaşlarında hafız, her bakımdan tekâmül etmiş bir zât idi.
Bunların hepsi Hazret-i Allah'ın ezelî takdiridir, murad-ı ilâhîdir. Yoksa mahlûka âit hiçbir şey yoktur. Nasıl murad etmişse öyle olur.
Biz bunun hikmetini anlamazdık, sonra sonra gizli sırlarına vâkıf olmaya başladık.
Vaktaki otuz üç sene sonra Vahdet-i vücud mevzuâtı üzerinde dururken bu sır açıldı. O zaman anladık ki, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin neler dürdüğünü, neler söyleneceğini biliyorlarmış ve söylememizi de emrediyorlarmış.
Bir gece de âlem-i mânâda ileriye âit hadiseleri haber vermişlerdi ve:
"Oğlum Levh-i mahfuz'da gördüm, bir gün olacak bu millete şöyle şöyle olacaksın." buyurmuşlardı.
Şu büyüklüğe bakın, Efendi Hazretleri Levh-i mahfuz'a bakardı da konuşurdu. Bu sabit yolu Allah-u Teâlâ'nın bizimle idame ettireceğini bildiği için böyle yapıyordu.
Biraz uyanık olsalardı, ahirete intikallerinden sonra hiç kimse dâvâya kapılmazdı. Nihayet Allah-u Teâlâ'nın takdiri hüküm sürecekti.
Efendi Hazretleri'nin sevmedikleri de malûmdu. Fakat ezeli takdiri gördükleri için, katiyyen ses çıkarmıyorlardı. İleride nasıl bir yol takip edecekleri malûmları idi. Hatta bazılarına mükemmel bir şekilde ders ve işaret de vermişlerdi. Fakat onlar bunu tamamen ters anladılar.
Meselâ bunlardan birisi ders kâğıdındaki yirmi beş sayısını otuz üç yapmış. Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerine girdiğinde, bulundukları yerden kalkmışlar, onu oraya oturtmuşlar. "Beni buraya lâyık gördüler!" diye, o da çok memnun olmuş.
"Bundan bir şey anladın mı?" diye sorduk.
"Hayır!" dedi. Halbuki; "Siz kendi bildiğiniz gibi yapıyorsunuz, bizim burada işimiz yok!" demek istediler.
Şu tersliğe bakın! Başında bir Mürşid-i kâmil varken sen nasıl ders değiştirebilirsin?
Bu sebepledir ki biz her zaman için Risâle-i Es'adiyye'yi öne sürüyoruz. Bunun mânâsı: "Bu kökü takip ediyorum, hakikatte gitmek isteyene de bu yolu bırakıyorum. Bu kökü takip etmeyen buradan değildir."
Birisi de diyor ki:
"Bir gün huzur-u saâdetlerinde oturuyordum. Birden kendimi bir tütün tarlasında buldum."
Tasarruflarıyla bir anda yürütmüşler. Huzurlarından tütün tarlasına atmışlar, bundan büyük âfât mı olur? O da bunu bir fazilet biliyor, ona buna anlatıyor.
Hatta bir gün huzur-u saâdetlerinde bulunuyoruz. Yanımızda bir başkası da vardı. Efendi Hazretleri bir kaç defa tükürdü yüzüne. Kabahat sayılacak hiçbir şey de yapmamıştı. Kalbinden ne geçirdi bilmiyorum. Halbuki Efendi Hazretleri son derece kemâlliydi. Katiyyen buna benzer en küçük bir hareket yapmazdı. Demek ki çok kızmışlar.
Efendi Hazretleri'nin bir beyanı var.
"Hep beraber, hep beraber, hep beraber..."
"Hep beraber" dedikleri, dünyada da ahirette de beraberdir.
Sehavetleri çok genişti, keşfi açıktı, tasarrufu büyüktü.
•
Böyle bir dâvâ fakirin aklından değil, hayalinden bile geçmesine imkân olmazdı.
Şunu çok iyi bilin ki bize verilen zorla verilmiştir, emir tahtında almışızdır. Yoksa gönül bunun üzerine hiçbir zaman takılmış değil.
Hatta bir defasında: "Böyledir." dediler. "Hayır! Kabul etmiyorum!" deyince, "Bizim olduğunu söyle!" dediler. "İşte onu söylerim." dedim.
Yoksa ben o nura lâyık değilim. O bir emânet-i ilâhidir. Lâyık görmüyorum kendimi. Sadece Hazret-i Allah'ımın ihsanını ortaya koyuyorum. Vazifem bu. "Allah'ım! Hep sen, hep senindir, sendendir..." diyorum. Hep bu söz geçer.
Yoksa bizim gayemiz ne mürşidlik, ne de hulefâlık... Bu yolda herkes mürid. Mürşidmiş, halifeymiş, böyle bir şey gönül istemiyor.
Bütün Evliyâullah Hazerâtı'nın nazarı bu noktadadır. Dâvâ yok bizim yolumuzda; ancak Efendilerimize sevgi, saygı, hürmet göstermek ve Allah için çalışmak vardır.
Onlar namına çalışıldığı için, yola onlar sahip çıkıyorlar. Burada müridanın çok büyük bir kazancı var. Kendi namıma girersem, onlar çekilir diye korkuyorum. Onları iş başına getirmek için daima kendimi ortadan çıkarıyorum. Müridanın üzerinde tasarruflarını yürütmeleri için hiçbir zaman vazifeyi almak istemiyorum. Onlar Hazret-i Allah'ın o kadar büyük sevgilileridir. Ve hakikaten Allah'ımız bunu sevdirmiş, hiçbir zaman hiçbir şeyi benimsetmemiştir.
Tertemiz bir yol bırakmışlar. Hiçbir el, hiçbir müdahale girmiş değildir. Aynı hâl üzerinde gidiyor. Fenâ ile gidiyor, varlık ile gitmiyor.
Bize vazifeyi emrediyorlar, kabul etmiyoruz. Emir verilmişken sahip çıkmamaya, elden geldiği kadar kaçınmaya çalışıyoruz.
Onun için, hiçbir zaman ben halife olayım, şeyh olayım, şu olayım, bu olayım diye hayalinizden geçmesin. Geçmesin ki Hakk versin. Eğer geçerse artık hedef o olur, gaye ve maksat o olur. Onların hepsi Hakk'a perdedir, Hakk'a ulaştırmaya mânidir.
En güzel şey, insanın kendi yokluğunu, âcizliğini bilmesidir. Bu hepsinden hayırlıdır. Hakk ve hakikati bilenler ancak "Men arefe"nin sırrına vâkıf olanlardır.
Hayat İmtihanı:
Bu yolda tık etti mi biter. Başını kaldırdı mı başını indirirler. İtimat edin, Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetine girerken iki parmak üzerinde girer gibi girerdik, emir ve hareketlerine bakar, "Otur!" derlerse oturur, "Otur!" demezlerse oturmazdım. Otururken saniyeleri hesap eder, "Kalk!" dedikleri zaman kalkardım, ama kalbimi çok muhafaza etmeye çalışırdım. Küçücük bir hareketin, senin çakılmana vesile olur. Bir daha terakkiyat mümkün değil.
Görünüşte çalışıyor, ediyor. Ama boş, hep boş. Ancak alırlarsa, yetiştirirlerse, çekerlerse kurtarıyorlar. Başka türlü mümkün değil.
Efendi Hazretleri'ni size bildirmek hakikaten güçtür. Ama o hayatı yaşadığım için ona tek kelimeyle "Sultanım!" diyorum. Başka bir şey demiyorum. Niçin? Yaşanan hayatı gördüğüm ve bildiğim için. Onun durumunu şöyle anlatayım:
Birgün biri geldi. Düzce'ye gitmek istedi. Git dedim. Bir veya bir buçuk saat sonra aklıma geldi. Düzce'ye Efendi Hazretleri'ne bir teveccüh edeyim dedim. Efendi Hazretleri bir kızmış, bir kızmış. Hayatta ikinci defa kızmasıydı. Orada yetiştiğim için her şeyi anlıyoruz. Bir defa daha kızmıştı birine. O kızmasıyla her şeyi anlıyorum. Ne demek istediğini biliyorum, görüyorum. Çünkü orada yetiştirdi Cenâb-ı Hakk. Anladım ki işleri bitmiş. Onun için onların hem iç durumlarını, hem vehametlerini, hem de onların hayatta olduğunu görmüş oluyorum. Onun için tek kelimeyle "Sultanım!" diyorum.
Cenâb-ı Hakk lütuf ve ihsan buyurmuştu yeni intisap etmiştik. Üç veya dört gün sonra yatsı namazı için abdest alıyorum. Bakıyorum ki Efendi Hazretleri'nin gece evine girip çıkan var. Tabi hiçbir şey bilmiyorum. Hem çocuğum, hem yeniyim. Ne var bir bakayım dedim. Meğer Adapazarı'ndan Cevdet Hoca gelmiş, birçok kimseler gelmiş ziyaret ediyorlar. Ben de gideyim dedim. Gittim ama oda tıklım tıklım dolu. Bir yer bulamadım. Kapının arkasında bir yer buldum orada oturdum. Bir râbıta yaptım hiçbir şey alamadım. Halbuki Efendi Hazretleri karşımda. Bir râbıta daha yaptım yine bir şey alamadım. Üçüncü defada 1 Fâtiha 3 İhlâs-ı şerif okuyup râbıta yapınca birdenbire bütün vücudum Efendi Hazretleri'nin yanına gitti. Bir anda Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetlerine uzanmış olduk, bu uzanış hâlledir, kal ile tarifi imkânsızdır. Ellerinde bir kılıç ile tecellî ettiler. Uzanmamızla kılıçlarını çekmeleri bir oldu. Biz de boynumuzu uzattık. Boynuma bir damla kadar kaldı. O bir damla miktarı kalınca çekti kılıcını o kadar.
Misafirler elini öpüp yavaş yavaş ayrıldılar, yatsı namazına, gittiler. Ben en sona kaldım. Efendi Hazretleri'nin elini öptüğümde elimi tuttu. Uzun zaman bırakmadı. Bu hayatımın ilk imtihanı. Daha üç günlüktüm. Benim ilk imtihanım hayat vermekle başladı. Hamd-ü senâlar olsun. Böyle kendiliğinden boynumu uzattım, kılıcı çekti bir damla kaldı. Kesilmesi adeta kıl mesabesindeydi. Bu ilk imtihanım hayatla, ölümle oldu.
•
Eczacı bir hanım komşumuz vardı. Ayakkabısını akşam üstü alması için söz verdim. Bu arada Hacı Bey adında bir zât geldi. Bu Bey, Efendi Hazretleri'yle ömür geçirmiş, müşkilat memuruydu, hep onunla beraberlerdi, yaşlı bir zâttı. "Efendi Hazretleri'ne gidelim. Ben İstanbul'a gidiyorum. Bir daha ya görürüm ya göremem." dedi.
Ben çocuğum o zaman, o kadar ihtiyar ki, Efendi Hazretleri'yle ömür geçirmiş. Hacı Bey benim elimde iş var, diyemedim. Kalktık Efendi Hazretleri'ne gittik. Huzura girdik, fakat benim kalbimde ayakkabı var. Geride durdum. Konuşmazdı, baktı. "Gel!" dedi. Yarıya kadar geldim. "Gel, gel!" dedi. Huzuruna kadar aldı.
Şöyle buyurdu: "Onları at, onları at. Bize gelen bize yeter."
Burada gizli mânevi hâl geçiyordu. Hacı Bey bir daha gelip Efendi Hazretleri'ni ziyaret edemedi. Birkaç sene sonra Efendi Hazretleri vefat etti. İstanbul'da ben Hacı Bey'le karşılaştım. Fakat onun içinden bir türlü o uhde gitmemiş. "Efendi Hazretleri sana ne söyledi, ben hiçbir şey anlamadım." dedi. Halbuki ömrünü onunla geçirmiş. İç yüzünü açtım. Hacı Bey, benim çok mühim bir işim vardı. Söz verdiğim bir işti. Fakat sizin teşrifinizde ben bunu size söyleyemedim. Gönlümde de o vardı. Efendi Hazretleri bizi ikaz etti; "Bize gelen bize yeter. Bunları kalbinden at!" diye buyurdu. Ve hem kalpten atıldı, hem hayat boyunca telâş etmedim. Binaenaleyh işin iç yüzü buydu.
Ömrü Efendi Hazretleri'yle geçmiş Hacı Bey dahi çekiniyor. Zamanın kutb-u olduğunu biliyor. "Lap lup gidemem onun huzuruna." diyordu. Sığınacak bir rehber arıyor.
Huzuruna gitmek için rehber arıyor. Çünkü onun ne olduğunu biliyor. İşler çok nazik, çok ince, çok dakik, ama uydum kalabalığa değil.
Yol Çok Nazik:
Efendi Hazretleri'nin evi, caminin karşısında olduğundan her gün İkindi namazından çıkınca ziyaret ederdik. Camiden çıkardık, ziyarete giderdik. Âdetimiz öyle idi, öyle alışmıştık. Evin çocuğu gibi girip çıkardık.
Yine bir ikindi sonrasıydı, ziyaretine gittim. Gördüm ki hiç oturmadığı bir yerde oturuyor. Elini öptüğüm zaman: "Atarım! Atarım!" buyurdular. Hem eliyle hem diliyle...
Elini öptüm ve ayrıldım, amma çok üzüldüm. Hayatımda ilk olarak böyle bir hadise ile karşılaşmıştım. Öyle bir hâl içerisine girdim ki, şiddetli bir üzüntü geçirdim. Kapıdan çıkınca gökyüzüne baktım ve Mevlâ'ya iltica ettim:
"Allah'ım! Sana ulaşmam için bir bu kapı vardı, bu kapı da kapanırsa benim hâlim ne olur?" dedim ve çok üzüldüm. Bu üzüntü bizde gece de devam etti.
Ertesi günü yine ziyaretine gittim ve kapının yanına oturdum. O zaman 21-22 yaşlarındayım. Fakat bu sefer mutad oturduğu yerde, bahçenin çıkış kapısının yanında oturuyordu. Dün hiç oturmadığı bir yerde oturuyordu, bugün bahçenin nihayetinde oturuyor. "Atarım!" buyurdukları zaman kimse yoktu. Bu sefer de kimse yoktu. Elini öpmek istedim, elimi tuttu ve gözlerini yumdu, uzun bir müddet murakabaya daldı. Bu arada gelenler olmuş, "L" şeklinde içerisi dolmuş. Fakat Efendi Hazretleri kimseye bakmıyordu. Ben bu gelenlerin bir tanesini ne gördüm ne duydum. Çünkü benim telâşım acaba "Atarım!" der mi? Bir müddet sonra gözünü açtı, omuzumu okşadı. 'Aferin! Aferin!' diye iltifatta bulundu, amma o iltifat benim kulağıma girmiyordu. Elhamdülillâh beni atmadılar. Kimbilir imtihan ediyordu belki de. Bir kere oldu bu. Tabii ki burada gizli haller var.
Şimdi "Atarım!" dedikleri zaman kimse yoktu, "Aferin!" dedikleri zaman herkes vardı. Buradaki hikmetleri onlar bilir. Onun için şu sözle, şu sözün arasındaki manaları bir düşün. Neler düşünüyor, neler oluyor? Onun için buralara çok dikkat ederdim. Küçücük bir hareket Cenâb-ı Hakk'ın yol vermesiyle yolun tıkanmasına vesile olur.
Bazı veliler der ki en büyük dersi köpekten aldım. Köpeğe, "Git!" dersin gider, "Gel!" dersin gelir ve hiç gücenmez. Onun için insan emre tabi olacak; git git, gel gel. Kapıdan kovsa bacadan gireceksin, bacadan kovsa kapıdan gireceksin. Yani o kapıdan ayrılmayacaksın.
"Okuduğun Sana Yeter!":
Yeni intisap etmiştik, tahminen bir-iki haftalık idik. Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetine girdik. Efendi Hazretleri; "Yeter!" buyurdular.
O girdiğimiz gün Pazar'dı, bir hafta sonra diğer Pazar günü tekrar girdik. Bu defasında dört kişi daha bizden evvel giriyordu. Yaşlı olmaları hasebiyle onları öne vermiştik ve biz en arkada kalmıştık. Efendi Hazretleri bize sıra gelince: "Yeter!.. Yeter!.." buyurdular.
Ve bizim hayat boyunca aldığımız emirler, hep böyle rumuzladır. Hiçbir zaman açık emir almış değiliz. Çözdün, hakikati buldun; çözemedin, gitti o.
Düşündük, acaba neyi emir veriyorlar? "Herhalde dersin haricinde okuduğum şeyler var, bunları men etseler gerek!" dedik. Amma kati emir olmadığı için şüpheden de kurtulamadık. Zaten kısa bir zaman sonra askere gittik.
Askerde aynı ders üzerinde dikkatle çalışıyorduk. Muhterem bir âlim vardı, birgün dedi ki:
"Kitapta yeni bir şey gördüm. Bir insan sabah namazının akabinde duâdan evvel on defa:
'Sübhanellâhi vel-hamdü lillâhi velâ ilâhe illâllahu vallahu ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-aziym.'
Derse, on günahı gidiyor on sevap veriliyor on derecesi artıyor."
Bu sevabı duyunca biz tamaha kapıldık ve devam etmeye başladık.
O gece âlem-i mânâda bir deniz kenarına götürüldük. Yanımda tanımadığım birisi vardı. Orada küçük bir oda gördük. Ebu Bekir sıddık -radiyallahu anh- Hazretlerimiz orada yatıyordu. Arkasında bir de levha vardı. O anda kalktı, kalktığı zaman sırtı da o levhaya geldi. Biz de kapıdayız. Karşı karşıya bulunmuş olduk.
O zaman buyurdular ki: "Yeter, yeter, yeter!.. Okuduğun sana yeter!"
Bu sözün mânâsı şu: "Sana bir defa yeter dediler, sen anlamadın. İkinci defa yeter yeter dediler, sen yine anlamadın. Üçüncü defa biz emir veriyoruz: Yeter, yeter, yeter!.. Okuduğun sana yeter!.."
Yani birisi hepsi, hepsi birisi olduğunu anlatmak istiyoruz.
Efendi Hazretleri o hepsinin sonuncusu idi ve son bakla idi.
Bu son baklayı Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'miz şöyle anlatırlar:
"Geminin demir baklaları bulunur. En büyük bakla elmastır, o Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Diğer baklalar altındır, zamanın Pir'leridir. En son bakla bakırdır, o da benim. Amma birisi derse ki: 'Bu altın baklaların içinde bu bakır baklanın ne işi var?' deyip sallarsa, o altın baklalar da sallanır. Daha çok sallarsa elmas bakla da sallanır."
Efendi Hazretleri işte o baklaların sonuncusu idi. Bununla size anlatmış oluyoruz.
Profesöre muayene olan hasta bir insan, hastalığına göre ilâcını alır ve istimâle başlar. Daha tedavisi bitmeden profesöre kanaat etmeyip bir de asistana muayene olursa, kendi zannına göre o da ona bir ilâç verir. Fakat iki ilâcı kullanan bir hasta şifa bulayım derken daha çok hastalanır. Marazı daha da artar.
Mânevî tedavi de böyledir. Mânevi tabib tedavisine aldığı müridine ilâcını verip zikrullahla meşgul ettiriyor. İnkişafına kadar her şeyi kesiyor, bir ilâçla onu tedavi ediyor. Tedavisi bittikten sonra ise istediğini yapmakta serbest bırakıyor. Yoksa faydalıdır diye yapılan her şey hastalığı artırmaktan başka hiçbir işe yaramaz.
Hatta bazı zevât-ı kiram istidatlı müridlere o tedavi esnasında Kur'an-ı kerim dahi okutmamış, elinden çekip almıştır. Hastalığını iyileştirdikten sonra eline vermiş ve: "Al oku!.." demiş. Çünkü o âna kadar kalp hasta idi, okuduğundan bir şey anlamıyordu.
Bütün bocalamalar buradan geliyor. Kişi onu yapıyor, bunu yapıyor, sonra hiçbirisi de ele gelmiyor. Kıymetini bilmediği için icabında o nimeti de elinden kaçırıyor.
Bu bakımdan kalbi bir tek hedefe bağlamalı, dimağı sağa-sola oynatmamalı. Yolcu yolunda gerek!
Hakikatin Duyurulması:
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf hidayeti ile hidayete eren, hakikati bulan bir insanın; hak ve hakikatten gâfil, ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalpleri nurlandırmaya gayret etmesi lâzımdır.
Hidayet Hakk'tandır. Bütün kalpler O'nun kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vâsıta olur. Nasibi olanlar hemen filizini verir, nasibine doğru gelir.
Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bu hususta buyururlar ki:
"Biz hakikati üç kelime ile arzederiz. Hakikati anlamayana kav çakmayız. Yani ateş alma hassası varsa çakarız. Ateş almazsa kav çakmayız."
Zamanın Kutb'ul-Âzam'ı:
Allah-u Teâlâ onlara öyle bir ikramda ve ihsanda bulunmuş ki, hafsalanın haricinde.
Bir defasında yatsı namazına gidiyordum. Önüme bir yer çıktı, tahminen yirmi beş-otuz santim bir betonu aşabilmek için sağ ayağımı atmış oldum. O anda bir de baktım ki, kabir gibi bir yerdeyim. Kabirden büyük değil, fakat bütün kâinat o kabirin içinde. Şöyle bir kıpırdadım, sıkı bir durum var ki zor kıpırdayabildim. Fakat bize görünen hâl kabir kadar. Zorla başımı yukarıya doğru çevirdim, üzerinde bir delik var. Deliğin üzerine baktım, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri bulunuyor.
Zamanın Kutbu'l-âzam'ı, dünyanın mutasarrıfı olduğunu orada gözümüzle görmüş olduk. Zamanın kutbu demek, Hazret-i Allah'ın tasarrufunda kâinatı yürütüyor demektir. Bu bilinmiyor.
Allah-u Teâlâ'nın lütuf tecellisine o kadar mazhar olmuş ki, daha ilk intisabımızda, bize bütün sonraki işleri o anda haber veriyordu.
Takdir Edilen İşte
Basiretin Bağlanması:
Efendi Hazretleri'nin başına gelen ibtilâya bakın ki bir oğlu, en sevdiği oğlunu vurdu. Hatta öyle ki: "Ben onu öldürmeye gidiyorum!" demiş. Vâlide Hanım: "Efendi! Mehmet sana: 'Ahmed'i öldüreceğim! Onu öldürmeye gidiyorum!' dedi de niçin mâni olmadın?" dediğinde:
"Allah-u Teâlâ bir şeyi takdir ettiği zaman kişinin basiretini bağlar." buyurmuş.
Ahmed ismindeki oğlu içlerinde en iyisi olanı imiş, babasının yolundaymış, ibadete çok düşkünmüş. Vâlide Hanım derdi ki: "Zikir yaparken hep dizleri yırtılırdı. 'Oğlum bu niye yırtıldı?' diye sorardım. 'Anneciğim! Zikrullahta cezbeye tutuluyorum, farkına varmadan yırtılıyor, bu hâle geliyorum!' derdi."
Vâlide Hanım Ahmed'i çok severmiş. Evlât hasretiyle yanarken bir gün: "Efendi! Oğlumu bir görsem!" dermiş. Efendi Hazretleri: "Kimseye demezsen sana Ahmed'i gösteririm!" buyurmuş, o da demeyeceğine dâir söz vermiş. Bir sabah namazından sonra Ahmed eve gelmiş, babasının ve annesinin elini öpmüş, konuşmuşlar. Bir müddet oturduktan sonra babası: "Hadi oğlum kalk git!" buyurunca kalkıp gitmiş. Daha gider gitmez Vâlide Hanım komşuya anlatıyor: "Ben Ahmed'i gördüm!" demiş, ondan sonra bir daha da görememiş.
Bunu Vâlide Hanım anlatmıştı.
Gören Gözler:
"Ah siz Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'ni bir görseydiniz!"
Onlar da Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri için: "Ah siz onları bir görseydiniz!" derlerdi.
Şeyh Es'ad -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz de mübarek mürşidi Tahâ'l-Harîrî -kuddise sırruh- Hazretleri için aynı sözü söylermiş.
•
Bu yol Allah yoludur. Bu yolun kıymetini orada anlayacaksınız. Bütün bu zevât-ı kiram işte bu münevver yolu anlatmışlar, haber vermişler.
Kardeşler! Kıymetini bilin, yola sarılın, ihlâs, sadakât, mahviyetle yol alın. Ahkâm-ı ilâhi içerisinde, istikamet üzere yürüyün.
Allah'ım yolundan, rızâsından, istikametinden ayırmasın.
Şu duâyı yapıyorum. "Yâ Rabb'i! Senin meclisine oturan bütün ihvanı hesapsız geçiriver, hesaba çekme."
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak cennete gireceklerdir. Onların kalpleri bir adamın kalbi üzerindedir." (Buhârî, c. 8, 124; Müslim, İman 371-372)
"Yâ Rabb'i! O nura sonsuz ihsan ettiğini, ikram ettiğini bizlere de bahşediver. Muhtacız, aciziz, fakiriz, dilenciyiz. Ama sen Ganî'sin, Kadir-i mutlak'sın, bizi hesaba çekme de öylece geçiriver." Amin!
•
Burası emanetullah, buradan içeri aldıklarına şükredin. Yorulduğum, üzüldüğüm zaman "Rabb'im! Beni kabirde dinlendir!" derim.
Hakiki Dost:
En kıymetli ânım Hazret-i Allah ile olduğum andır. Çünkü benim dostum O'dur. Dost dediğin düşman olabilir, dost zannettiğin belki sana düşmandır. Amma O'nun dostluğu sonsuzdur, O hep dosttur. Şu halde ben dostumla olayım, düşmanımla olmayayım. Halkla konuştuğum zaman birçok lüzumlu ve lüzumsuz kelimeler geçiyor, amma O'nunla olduğum zaman hiç kötü geçmiyor, ânım hep dolu geçiyor. İbadet etmesem bile huzuru yeter.
Allah-u Teâlâ lütfu ile ihsan buyurursa, dost olarak O'nu seçmişim, O'nu dost bilmişim, O'nunla olmaya gayret ediyorum. O'nunla olduğum zaman hayattır, O'nsuz olduğum zaman ruhi bir vefattır.
•
Efendi Hazretleri'nin vefatından sonra iki mânâ zuhur etmişti.
Bir mânâ şöyle ki: Bir ekmek, yarısı yenmiş yarısı kalmış. Bununla hâl-i lisanla şunu ifade etmek istiyorlardı:
"Oğlum, benim bu kadar daha ömrüm var, amma gitmeyi arzu ediyorum."
Ve gittiler.
Diğer mânâda ise: Büyük caminin doğu kapısından çıkıyoruz. Tahminen yedi-sekiz metre ötede Efendi Hazretleri bulunuyor. Ellerinde bir bohça vardı, içerisinde ne olduğunu bilmiyoruz.
Yaşlı olduğu için Efendi Hazretleri'ne zahmet vermesin diye düşünerek onu ellerinden aldık.
Meğer öyle ağırmış öyle ağırmış ki, o bohçayı nasıl taşıdıklarına hayret ettik.
Elimize aldığımızda, Efendi Hazretleri bize Hazret-i Allah'ı bildiriyordu. "Allah öyle bir Allah!" buyurduklarında kendilerinde bir cezbe hali belirdi. Tamamen cezbelendiler. "Öyle bir Allah!.. Öyle bir Allah!.." buyururken kendilerinden geçmişlerdi. Çok cezbeli bir halde idiler, âdeta elektrikli bir halde dönüyorlardı.
Bu hâl epey devam etti. Beraber bir noktaya kadar peşlerinden yürüdük, aman kaybetmeyelim derken birden kayboldular.
Efendi Hazretleri'nin ilk huzuruna gittiğimizde: "Allah!" dediler. Son giderken: "Allah!" dediler. Onlardan yalnız ve yalnız Hazret-i Allah'ı duyduk, başka bir ses duymadık. Hazret-i Allah'ın kendi muhabbeti ile doldurduğu, ihâta ettiği kimselerden başka bir şey çıkmaz, çıkmasına da imkân yok. Öteki sesler boşluktan sızmıştır.
•
Efendi Hazretleri âhirete intikâl eder etmez, evde haliyle bir ağlama koptu. Kendimize baktık, zerre kadar ağlama hissi olmadı. Orada bulunanlardan âdeta utandık. Yeni gitmişlerdi, birkaç dakika sonra Efendi Hazretleri aynen şöyle buyurdu: "Sen de mi riyakârlardan olmak istiyorsun?" Ve sonra dışarı çıktığımızda o ağlama halini verdiler.
Her gün sabah namazından sonra Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretleri'mizi ziyaret ederdik. Yirmi sene yaz-kış, yürüyerek gittik, geldik.
•
Daha evvelde arz ettiğimiz gibi:
Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri, Mektûbât adlı eserinin 98. Mektûb'unda, Halil Fevzi Efendi Hazretlerimiz'in büyüklüğünü ve ihtişamını şöyle ifade buyurmuşlardı:
"Cemâl-i Cânân'ı gören gözlerinin müşâhedesiyle tenvîr-i uyûn eyleriz."
Hazret-i Allah'ın cemâlini müşâhede ettiğinin ifadesidir. Hazret-i Allah'ın nuru onu ihâta etmiş ve kendisini kaybetmiş.
Bir mahlûk kendisini ifnâ edince, Var olanın varlığından başka hiçbir varlık kalmaz.
Nitekim Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Ben, ben değilim ben. Bir varlığım var, benden içeri."
Kadir Gecesinin Tecellîsi:
İhvan kardeşler birgün toplanmışlar, Hendek'e teravihe gideceklermiş. Hafız Hilmi Hendek'teydi o zaman. Ramazan-ı şerif'in de tahmini on altıncı veya on yedinci gecesi idi.
Bize de teklif ettiler. "Gidelim!" dedik. Fakat aklımıza geldi, Efendi Hazretleri'ne soralım, müsaade buyururlarsa gidelim diye düşündük. Huzur-u saâdetlerine vardık.
"Efendim, müsaade ederseniz Hendek'e kadar gidip geleceğiz?" dedik.
"Bu akşam?" buyurdular. İkinci bir şey de ilâve etmediler. Huzur-u saâdetlerinden ayrıldık ve düşündük, izini biz bu akşam için istemiştik.
Onların "Bu akşam?" demelerinde hikmet olabilir dedik.
Hemen arkadaşları bulduk. Bazı mazuriyetlerimiz olduğunu, gidemiyeceğimizi söyledik. Onlar gittiler. Biz ise o akşamın Kadir gecesi olduğu tahminini yürüttük ve bir şüphe üzerine, mümkün mertebe ibadetle meşgul olduk. "Bu akşam?" buyurmaları belki bu mânâyı taşıyabilir dedik.
Sabah dükkâna Hafız Bayram geldi.
"Aa!.." dedi, "Sizin ev bu akşam nur içinde parlıyordu." dedi.
O anda ne söylediğini bilmiyordu. Fakat o durum, şüphemizin gerçekten doğru olduğunu bildirmek için, Allah'ımızın bir lütfu oldu.
Ona mânâda o gizli sırrı âşikâr etmişler ve yine gizli kalması için o kadarını göstermişler.
"Bu akşam sizin ev nur içinde parlıyordu." sözü ile, şüpheli olduğumuz nokta bize aydınlandı. O akşamın şüphe ettiğimiz Kadir gecesinin ta kendisi olduğuna karar verdik. Fakat ona bir şey demedik.
Efendi Hazretleri'nin "Bu akşam?" sözü ile şüpheye dâvet edilip tedbir almamız, Allah'ımızın bu sonsuz nimet ve lütfuna nâil olmamıza vesile oldu.
İşte biz Efendi Hazretleri'nden hep böyle rumuz alırdık. Hiç açık emir aldığımız vâki değildir.
Fakat rumuzlara çok dikkat ederdik. En ufak hareketlerine bile çok dikkat ederdik.
Çünkü dikkat edersek alırdık, etmezsek kaybederdik.
Bu durum, ihvanın ne kadar dikkatli olmasının lâzım geldiğini gösteren bir hâdisedir.
http://www.hakikat.com/dergi/203/bsyz20307.html
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
ÖMER ÖNGÜT -Kuddise Sırruh- Hazretleri'ne Teveccühleri
Emir Edepten Üstündür:
Bir gün Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerinde bulunuyorduk. Vâlide Hanım'a:
"Kahve yap!" diye emrettiler.
Kahve geldi: "İç oğlum!" buyurdular ve bize kahve içirdiler.
Halbuki kahve içeceğimizden değil. Çünkü ben ondaki esrarı bilmem ki. Öyle bir âdetleri de yoktu. O kahvenin içine koydukları şeyi bize vereceklerdi. Herkes kahveyi görür, içine ne koyduğunu kimse bilmez.
Hatta bir defasında da şöyle oldu. Setin üzerinde bir minder vardı:
"Oğlum otur şuraya!" buyurdular.
Hemen yerimizden kalkıp oraya oturduk. Niçin? Emir olduğu için. Yoksa diğer zamanlar huzurlarına girerken parmak uçlarına basarak girerdik, acaba bir hata mı işleriz diye. Allah'ımıza sonsuz şükürler olsun ki böyle sevgililerine bende eylemiş.
Hatta intisaptan sonraki günlerde, Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerinde bulunurken bazen: "Oku hâfızım!.." buyururlardı. Veyahut ders almak için birisi geldiğinde Hafız Bayram'ı katıp bize gönderirler "Hafıza götür bunu, ders versin!" buyururlardı. Halbuki biz o zaman çocuktuk, dersten bile haberimiz yoktu. "Hafızlık bizde ne gezer!" derdik.
Hafız Bayram Efendi oranın çok eskisi, senelerdir huzur-u saâdetlerinde bulunmuş, elli-elli beş yaşlarında hafız, her bakımdan tekâmül etmiş bir zât idi.
Bunların hepsi Hazret-i Allah'ın ezelî takdiridir, murad-ı ilâhîdir. Yoksa mahlûka âit hiçbir şey yoktur. Nasıl murad etmişse öyle olur.
Biz bunun hikmetini anlamazdık, sonra sonra gizli sırlarına vâkıf olmaya başladık.
Vaktaki otuz üç sene sonra Vahdet-i vücud mevzuâtı üzerinde dururken bu sır açıldı. O zaman anladık ki, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin neler dürdüğünü, neler söyleneceğini biliyorlarmış ve söylememizi de emrediyorlarmış.
Bir gece de âlem-i mânâda ileriye âit hadiseleri haber vermişlerdi ve:
"Oğlum Levh-i mahfuz'da gördüm, bir gün olacak bu millete şöyle şöyle olacaksın." buyurmuşlardı.
Şu büyüklüğe bakın, Efendi Hazretleri Levh-i mahfuz'a bakardı da konuşurdu. Bu sabit yolu Allah-u Teâlâ'nın bizimle idame ettireceğini bildiği için böyle yapıyordu.
Biraz uyanık olsalardı, ahirete intikallerinden sonra hiç kimse dâvâya kapılmazdı. Nihayet Allah-u Teâlâ'nın takdiri hüküm sürecekti.
Efendi Hazretleri'nin sevmedikleri de malûmdu. Fakat ezeli takdiri gördükleri için, katiyyen ses çıkarmıyorlardı. İleride nasıl bir yol takip edecekleri malûmları idi. Hatta bazılarına mükemmel bir şekilde ders ve işaret de vermişlerdi. Fakat onlar bunu tamamen ters anladılar.
Meselâ bunlardan birisi ders kâğıdındaki yirmi beş sayısını otuz üç yapmış. Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerine girdiğinde, bulundukları yerden kalkmışlar, onu oraya oturtmuşlar. "Beni buraya lâyık gördüler!" diye, o da çok memnun olmuş.
"Bundan bir şey anladın mı?" diye sorduk.
"Hayır!" dedi. Halbuki; "Siz kendi bildiğiniz gibi yapıyorsunuz, bizim burada işimiz yok!" demek istediler.
Şu tersliğe bakın! Başında bir Mürşid-i kâmil varken sen nasıl ders değiştirebilirsin?
Bu sebepledir ki biz her zaman için Risâle-i Es'adiyye'yi öne sürüyoruz. Bunun mânâsı: "Bu kökü takip ediyorum, hakikatte gitmek isteyene de bu yolu bırakıyorum. Bu kökü takip etmeyen buradan değildir."
Birisi de diyor ki:
"Bir gün huzur-u saâdetlerinde oturuyordum. Birden kendimi bir tütün tarlasında buldum."
Tasarruflarıyla bir anda yürütmüşler. Huzurlarından tütün tarlasına atmışlar, bundan büyük âfât mı olur? O da bunu bir fazilet biliyor, ona buna anlatıyor.
Hatta bir gün huzur-u saâdetlerinde bulunuyoruz. Yanımızda bir başkası da vardı. Efendi Hazretleri bir kaç defa tükürdü yüzüne. Kabahat sayılacak hiçbir şey de yapmamıştı. Kalbinden ne geçirdi bilmiyorum. Halbuki Efendi Hazretleri son derece kemâlliydi. Katiyyen buna benzer en küçük bir hareket yapmazdı. Demek ki çok kızmışlar.
Efendi Hazretleri'nin bir beyanı var.
"Hep beraber, hep beraber, hep beraber..."
"Hep beraber" dedikleri, dünyada da ahirette de beraberdir.
Sehavetleri çok genişti, keşfi açıktı, tasarrufu büyüktü.
•
Böyle bir dâvâ fakirin aklından değil, hayalinden bile geçmesine imkân olmazdı.
Şunu çok iyi bilin ki bize verilen zorla verilmiştir, emir tahtında almışızdır. Yoksa gönül bunun üzerine hiçbir zaman takılmış değil.
Hatta bir defasında: "Böyledir." dediler. "Hayır! Kabul etmiyorum!" deyince, "Bizim olduğunu söyle!" dediler. "İşte onu söylerim." dedim.
Yoksa ben o nura lâyık değilim. O bir emânet-i ilâhidir. Lâyık görmüyorum kendimi. Sadece Hazret-i Allah'ımın ihsanını ortaya koyuyorum. Vazifem bu. "Allah'ım! Hep sen, hep senindir, sendendir..." diyorum. Hep bu söz geçer.
Yoksa bizim gayemiz ne mürşidlik, ne de hulefâlık... Bu yolda herkes mürid. Mürşidmiş, halifeymiş, böyle bir şey gönül istemiyor.
Bütün Evliyâullah Hazerâtı'nın nazarı bu noktadadır. Dâvâ yok bizim yolumuzda; ancak Efendilerimize sevgi, saygı, hürmet göstermek ve Allah için çalışmak vardır.
Onlar namına çalışıldığı için, yola onlar sahip çıkıyorlar. Burada müridanın çok büyük bir kazancı var. Kendi namıma girersem, onlar çekilir diye korkuyorum. Onları iş başına getirmek için daima kendimi ortadan çıkarıyorum. Müridanın üzerinde tasarruflarını yürütmeleri için hiçbir zaman vazifeyi almak istemiyorum. Onlar Hazret-i Allah'ın o kadar büyük sevgilileridir. Ve hakikaten Allah'ımız bunu sevdirmiş, hiçbir zaman hiçbir şeyi benimsetmemiştir.
Tertemiz bir yol bırakmışlar. Hiçbir el, hiçbir müdahale girmiş değildir. Aynı hâl üzerinde gidiyor. Fenâ ile gidiyor, varlık ile gitmiyor.
Bize vazifeyi emrediyorlar, kabul etmiyoruz. Emir verilmişken sahip çıkmamaya, elden geldiği kadar kaçınmaya çalışıyoruz.
Onun için, hiçbir zaman ben halife olayım, şeyh olayım, şu olayım, bu olayım diye hayalinizden geçmesin. Geçmesin ki Hakk versin. Eğer geçerse artık hedef o olur, gaye ve maksat o olur. Onların hepsi Hakk'a perdedir, Hakk'a ulaştırmaya mânidir.
En güzel şey, insanın kendi yokluğunu, âcizliğini bilmesidir. Bu hepsinden hayırlıdır. Hakk ve hakikati bilenler ancak "Men arefe"nin sırrına vâkıf olanlardır.
Hayat İmtihanı:
Bu yolda tık etti mi biter. Başını kaldırdı mı başını indirirler. İtimat edin, Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetine girerken iki parmak üzerinde girer gibi girerdik, emir ve hareketlerine bakar, "Otur!" derlerse oturur, "Otur!" demezlerse oturmazdım. Otururken saniyeleri hesap eder, "Kalk!" dedikleri zaman kalkardım, ama kalbimi çok muhafaza etmeye çalışırdım. Küçücük bir hareketin, senin çakılmana vesile olur. Bir daha terakkiyat mümkün değil.
Görünüşte çalışıyor, ediyor. Ama boş, hep boş. Ancak alırlarsa, yetiştirirlerse, çekerlerse kurtarıyorlar. Başka türlü mümkün değil.
Efendi Hazretleri'ni size bildirmek hakikaten güçtür. Ama o hayatı yaşadığım için ona tek kelimeyle "Sultanım!" diyorum. Başka bir şey demiyorum. Niçin? Yaşanan hayatı gördüğüm ve bildiğim için. Onun durumunu şöyle anlatayım:
Birgün biri geldi. Düzce'ye gitmek istedi. Git dedim. Bir veya bir buçuk saat sonra aklıma geldi. Düzce'ye Efendi Hazretleri'ne bir teveccüh edeyim dedim. Efendi Hazretleri bir kızmış, bir kızmış. Hayatta ikinci defa kızmasıydı. Orada yetiştiğim için her şeyi anlıyoruz. Bir defa daha kızmıştı birine. O kızmasıyla her şeyi anlıyorum. Ne demek istediğini biliyorum, görüyorum. Çünkü orada yetiştirdi Cenâb-ı Hakk. Anladım ki işleri bitmiş. Onun için onların hem iç durumlarını, hem vehametlerini, hem de onların hayatta olduğunu görmüş oluyorum. Onun için tek kelimeyle "Sultanım!" diyorum.
Cenâb-ı Hakk lütuf ve ihsan buyurmuştu yeni intisap etmiştik. Üç veya dört gün sonra yatsı namazı için abdest alıyorum. Bakıyorum ki Efendi Hazretleri'nin gece evine girip çıkan var. Tabi hiçbir şey bilmiyorum. Hem çocuğum, hem yeniyim. Ne var bir bakayım dedim. Meğer Adapazarı'ndan Cevdet Hoca gelmiş, birçok kimseler gelmiş ziyaret ediyorlar. Ben de gideyim dedim. Gittim ama oda tıklım tıklım dolu. Bir yer bulamadım. Kapının arkasında bir yer buldum orada oturdum. Bir râbıta yaptım hiçbir şey alamadım. Halbuki Efendi Hazretleri karşımda. Bir râbıta daha yaptım yine bir şey alamadım. Üçüncü defada 1 Fâtiha 3 İhlâs-ı şerif okuyup râbıta yapınca birdenbire bütün vücudum Efendi Hazretleri'nin yanına gitti. Bir anda Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetlerine uzanmış olduk, bu uzanış hâlledir, kal ile tarifi imkânsızdır. Ellerinde bir kılıç ile tecellî ettiler. Uzanmamızla kılıçlarını çekmeleri bir oldu. Biz de boynumuzu uzattık. Boynuma bir damla kadar kaldı. O bir damla miktarı kalınca çekti kılıcını o kadar.
Misafirler elini öpüp yavaş yavaş ayrıldılar, yatsı namazına, gittiler. Ben en sona kaldım. Efendi Hazretleri'nin elini öptüğümde elimi tuttu. Uzun zaman bırakmadı. Bu hayatımın ilk imtihanı. Daha üç günlüktüm. Benim ilk imtihanım hayat vermekle başladı. Hamd-ü senâlar olsun. Böyle kendiliğinden boynumu uzattım, kılıcı çekti bir damla kaldı. Kesilmesi adeta kıl mesabesindeydi. Bu ilk imtihanım hayatla, ölümle oldu.
•
Eczacı bir hanım komşumuz vardı. Ayakkabısını akşam üstü alması için söz verdim. Bu arada Hacı Bey adında bir zât geldi. Bu Bey, Efendi Hazretleri'yle ömür geçirmiş, müşkilat memuruydu, hep onunla beraberlerdi, yaşlı bir zâttı. "Efendi Hazretleri'ne gidelim. Ben İstanbul'a gidiyorum. Bir daha ya görürüm ya göremem." dedi.
Ben çocuğum o zaman, o kadar ihtiyar ki, Efendi Hazretleri'yle ömür geçirmiş. Hacı Bey benim elimde iş var, diyemedim. Kalktık Efendi Hazretleri'ne gittik. Huzura girdik, fakat benim kalbimde ayakkabı var. Geride durdum. Konuşmazdı, baktı. "Gel!" dedi. Yarıya kadar geldim. "Gel, gel!" dedi. Huzuruna kadar aldı.
Şöyle buyurdu: "Onları at, onları at. Bize gelen bize yeter."
Burada gizli mânevi hâl geçiyordu. Hacı Bey bir daha gelip Efendi Hazretleri'ni ziyaret edemedi. Birkaç sene sonra Efendi Hazretleri vefat etti. İstanbul'da ben Hacı Bey'le karşılaştım. Fakat onun içinden bir türlü o uhde gitmemiş. "Efendi Hazretleri sana ne söyledi, ben hiçbir şey anlamadım." dedi. Halbuki ömrünü onunla geçirmiş. İç yüzünü açtım. Hacı Bey, benim çok mühim bir işim vardı. Söz verdiğim bir işti. Fakat sizin teşrifinizde ben bunu size söyleyemedim. Gönlümde de o vardı. Efendi Hazretleri bizi ikaz etti; "Bize gelen bize yeter. Bunları kalbinden at!" diye buyurdu. Ve hem kalpten atıldı, hem hayat boyunca telâş etmedim. Binaenaleyh işin iç yüzü buydu.
Ömrü Efendi Hazretleri'yle geçmiş Hacı Bey dahi çekiniyor. Zamanın kutb-u olduğunu biliyor. "Lap lup gidemem onun huzuruna." diyordu. Sığınacak bir rehber arıyor.
Huzuruna gitmek için rehber arıyor. Çünkü onun ne olduğunu biliyor. İşler çok nazik, çok ince, çok dakik, ama uydum kalabalığa değil.
Yol Çok Nazik:
Efendi Hazretleri'nin evi, caminin karşısında olduğundan her gün İkindi namazından çıkınca ziyaret ederdik. Camiden çıkardık, ziyarete giderdik. Âdetimiz öyle idi, öyle alışmıştık. Evin çocuğu gibi girip çıkardık.
Yine bir ikindi sonrasıydı, ziyaretine gittim. Gördüm ki hiç oturmadığı bir yerde oturuyor. Elini öptüğüm zaman: "Atarım! Atarım!" buyurdular. Hem eliyle hem diliyle...
Elini öptüm ve ayrıldım, amma çok üzüldüm. Hayatımda ilk olarak böyle bir hadise ile karşılaşmıştım. Öyle bir hâl içerisine girdim ki, şiddetli bir üzüntü geçirdim. Kapıdan çıkınca gökyüzüne baktım ve Mevlâ'ya iltica ettim:
"Allah'ım! Sana ulaşmam için bir bu kapı vardı, bu kapı da kapanırsa benim hâlim ne olur?" dedim ve çok üzüldüm. Bu üzüntü bizde gece de devam etti.
Ertesi günü yine ziyaretine gittim ve kapının yanına oturdum. O zaman 21-22 yaşlarındayım. Fakat bu sefer mutad oturduğu yerde, bahçenin çıkış kapısının yanında oturuyordu. Dün hiç oturmadığı bir yerde oturuyordu, bugün bahçenin nihayetinde oturuyor. "Atarım!" buyurdukları zaman kimse yoktu. Bu sefer de kimse yoktu. Elini öpmek istedim, elimi tuttu ve gözlerini yumdu, uzun bir müddet murakabaya daldı. Bu arada gelenler olmuş, "L" şeklinde içerisi dolmuş. Fakat Efendi Hazretleri kimseye bakmıyordu. Ben bu gelenlerin bir tanesini ne gördüm ne duydum. Çünkü benim telâşım acaba "Atarım!" der mi? Bir müddet sonra gözünü açtı, omuzumu okşadı. 'Aferin! Aferin!' diye iltifatta bulundu, amma o iltifat benim kulağıma girmiyordu. Elhamdülillâh beni atmadılar. Kimbilir imtihan ediyordu belki de. Bir kere oldu bu. Tabii ki burada gizli haller var.
Şimdi "Atarım!" dedikleri zaman kimse yoktu, "Aferin!" dedikleri zaman herkes vardı. Buradaki hikmetleri onlar bilir. Onun için şu sözle, şu sözün arasındaki manaları bir düşün. Neler düşünüyor, neler oluyor? Onun için buralara çok dikkat ederdim. Küçücük bir hareket Cenâb-ı Hakk'ın yol vermesiyle yolun tıkanmasına vesile olur.
Bazı veliler der ki en büyük dersi köpekten aldım. Köpeğe, "Git!" dersin gider, "Gel!" dersin gelir ve hiç gücenmez. Onun için insan emre tabi olacak; git git, gel gel. Kapıdan kovsa bacadan gireceksin, bacadan kovsa kapıdan gireceksin. Yani o kapıdan ayrılmayacaksın.
"Okuduğun Sana Yeter!":
Yeni intisap etmiştik, tahminen bir-iki haftalık idik. Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetine girdik. Efendi Hazretleri; "Yeter!" buyurdular.
O girdiğimiz gün Pazar'dı, bir hafta sonra diğer Pazar günü tekrar girdik. Bu defasında dört kişi daha bizden evvel giriyordu. Yaşlı olmaları hasebiyle onları öne vermiştik ve biz en arkada kalmıştık. Efendi Hazretleri bize sıra gelince: "Yeter!.. Yeter!.." buyurdular.
Ve bizim hayat boyunca aldığımız emirler, hep böyle rumuzladır. Hiçbir zaman açık emir almış değiliz. Çözdün, hakikati buldun; çözemedin, gitti o.
Düşündük, acaba neyi emir veriyorlar? "Herhalde dersin haricinde okuduğum şeyler var, bunları men etseler gerek!" dedik. Amma kati emir olmadığı için şüpheden de kurtulamadık. Zaten kısa bir zaman sonra askere gittik.
Askerde aynı ders üzerinde dikkatle çalışıyorduk. Muhterem bir âlim vardı, birgün dedi ki:
"Kitapta yeni bir şey gördüm. Bir insan sabah namazının akabinde duâdan evvel on defa:
'Sübhanellâhi vel-hamdü lillâhi velâ ilâhe illâllahu vallahu ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-aziym.'
Derse, on günahı gidiyor on sevap veriliyor on derecesi artıyor."
Bu sevabı duyunca biz tamaha kapıldık ve devam etmeye başladık.
O gece âlem-i mânâda bir deniz kenarına götürüldük. Yanımda tanımadığım birisi vardı. Orada küçük bir oda gördük. Ebu Bekir sıddık -radiyallahu anh- Hazretlerimiz orada yatıyordu. Arkasında bir de levha vardı. O anda kalktı, kalktığı zaman sırtı da o levhaya geldi. Biz de kapıdayız. Karşı karşıya bulunmuş olduk.
O zaman buyurdular ki: "Yeter, yeter, yeter!.. Okuduğun sana yeter!"
Bu sözün mânâsı şu: "Sana bir defa yeter dediler, sen anlamadın. İkinci defa yeter yeter dediler, sen yine anlamadın. Üçüncü defa biz emir veriyoruz: Yeter, yeter, yeter!.. Okuduğun sana yeter!.."
Yani birisi hepsi, hepsi birisi olduğunu anlatmak istiyoruz.
Efendi Hazretleri o hepsinin sonuncusu idi ve son bakla idi.
Bu son baklayı Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'miz şöyle anlatırlar:
"Geminin demir baklaları bulunur. En büyük bakla elmastır, o Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Diğer baklalar altındır, zamanın Pir'leridir. En son bakla bakırdır, o da benim. Amma birisi derse ki: 'Bu altın baklaların içinde bu bakır baklanın ne işi var?' deyip sallarsa, o altın baklalar da sallanır. Daha çok sallarsa elmas bakla da sallanır."
Efendi Hazretleri işte o baklaların sonuncusu idi. Bununla size anlatmış oluyoruz.
Profesöre muayene olan hasta bir insan, hastalığına göre ilâcını alır ve istimâle başlar. Daha tedavisi bitmeden profesöre kanaat etmeyip bir de asistana muayene olursa, kendi zannına göre o da ona bir ilâç verir. Fakat iki ilâcı kullanan bir hasta şifa bulayım derken daha çok hastalanır. Marazı daha da artar.
Mânevî tedavi de böyledir. Mânevi tabib tedavisine aldığı müridine ilâcını verip zikrullahla meşgul ettiriyor. İnkişafına kadar her şeyi kesiyor, bir ilâçla onu tedavi ediyor. Tedavisi bittikten sonra ise istediğini yapmakta serbest bırakıyor. Yoksa faydalıdır diye yapılan her şey hastalığı artırmaktan başka hiçbir işe yaramaz.
Hatta bazı zevât-ı kiram istidatlı müridlere o tedavi esnasında Kur'an-ı kerim dahi okutmamış, elinden çekip almıştır. Hastalığını iyileştirdikten sonra eline vermiş ve: "Al oku!.." demiş. Çünkü o âna kadar kalp hasta idi, okuduğundan bir şey anlamıyordu.
Bütün bocalamalar buradan geliyor. Kişi onu yapıyor, bunu yapıyor, sonra hiçbirisi de ele gelmiyor. Kıymetini bilmediği için icabında o nimeti de elinden kaçırıyor.
Bu bakımdan kalbi bir tek hedefe bağlamalı, dimağı sağa-sola oynatmamalı. Yolcu yolunda gerek!
Hakikatin Duyurulması:
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf hidayeti ile hidayete eren, hakikati bulan bir insanın; hak ve hakikatten gâfil, ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalpleri nurlandırmaya gayret etmesi lâzımdır.
Hidayet Hakk'tandır. Bütün kalpler O'nun kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vâsıta olur. Nasibi olanlar hemen filizini verir, nasibine doğru gelir.
Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bu hususta buyururlar ki:
"Biz hakikati üç kelime ile arzederiz. Hakikati anlamayana kav çakmayız. Yani ateş alma hassası varsa çakarız. Ateş almazsa kav çakmayız."
Zamanın Kutb'ul-Âzam'ı:
Allah-u Teâlâ onlara öyle bir ikramda ve ihsanda bulunmuş ki, hafsalanın haricinde.
Bir defasında yatsı namazına gidiyordum. Önüme bir yer çıktı, tahminen yirmi beş-otuz santim bir betonu aşabilmek için sağ ayağımı atmış oldum. O anda bir de baktım ki, kabir gibi bir yerdeyim. Kabirden büyük değil, fakat bütün kâinat o kabirin içinde. Şöyle bir kıpırdadım, sıkı bir durum var ki zor kıpırdayabildim. Fakat bize görünen hâl kabir kadar. Zorla başımı yukarıya doğru çevirdim, üzerinde bir delik var. Deliğin üzerine baktım, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri bulunuyor.
Zamanın Kutbu'l-âzam'ı, dünyanın mutasarrıfı olduğunu orada gözümüzle görmüş olduk. Zamanın kutbu demek, Hazret-i Allah'ın tasarrufunda kâinatı yürütüyor demektir. Bu bilinmiyor.
Allah-u Teâlâ'nın lütuf tecellisine o kadar mazhar olmuş ki, daha ilk intisabımızda, bize bütün sonraki işleri o anda haber veriyordu.
Takdir Edilen İşte
Basiretin Bağlanması:
Efendi Hazretleri'nin başına gelen ibtilâya bakın ki bir oğlu, en sevdiği oğlunu vurdu. Hatta öyle ki: "Ben onu öldürmeye gidiyorum!" demiş. Vâlide Hanım: "Efendi! Mehmet sana: 'Ahmed'i öldüreceğim! Onu öldürmeye gidiyorum!' dedi de niçin mâni olmadın?" dediğinde:
"Allah-u Teâlâ bir şeyi takdir ettiği zaman kişinin basiretini bağlar." buyurmuş.
Ahmed ismindeki oğlu içlerinde en iyisi olanı imiş, babasının yolundaymış, ibadete çok düşkünmüş. Vâlide Hanım derdi ki: "Zikir yaparken hep dizleri yırtılırdı. 'Oğlum bu niye yırtıldı?' diye sorardım. 'Anneciğim! Zikrullahta cezbeye tutuluyorum, farkına varmadan yırtılıyor, bu hâle geliyorum!' derdi."
Vâlide Hanım Ahmed'i çok severmiş. Evlât hasretiyle yanarken bir gün: "Efendi! Oğlumu bir görsem!" dermiş. Efendi Hazretleri: "Kimseye demezsen sana Ahmed'i gösteririm!" buyurmuş, o da demeyeceğine dâir söz vermiş. Bir sabah namazından sonra Ahmed eve gelmiş, babasının ve annesinin elini öpmüş, konuşmuşlar. Bir müddet oturduktan sonra babası: "Hadi oğlum kalk git!" buyurunca kalkıp gitmiş. Daha gider gitmez Vâlide Hanım komşuya anlatıyor: "Ben Ahmed'i gördüm!" demiş, ondan sonra bir daha da görememiş.
Bunu Vâlide Hanım anlatmıştı.
Gören Gözler:
"Ah siz Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'ni bir görseydiniz!"
Onlar da Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri için: "Ah siz onları bir görseydiniz!" derlerdi.
Şeyh Es'ad -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz de mübarek mürşidi Tahâ'l-Harîrî -kuddise sırruh- Hazretleri için aynı sözü söylermiş.
•
Bu yol Allah yoludur. Bu yolun kıymetini orada anlayacaksınız. Bütün bu zevât-ı kiram işte bu münevver yolu anlatmışlar, haber vermişler.
Kardeşler! Kıymetini bilin, yola sarılın, ihlâs, sadakât, mahviyetle yol alın. Ahkâm-ı ilâhi içerisinde, istikamet üzere yürüyün.
Allah'ım yolundan, rızâsından, istikametinden ayırmasın.
Şu duâyı yapıyorum. "Yâ Rabb'i! Senin meclisine oturan bütün ihvanı hesapsız geçiriver, hesaba çekme."
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak cennete gireceklerdir. Onların kalpleri bir adamın kalbi üzerindedir." (Buhârî, c. 8, 124; Müslim, İman 371-372)
"Yâ Rabb'i! O nura sonsuz ihsan ettiğini, ikram ettiğini bizlere de bahşediver. Muhtacız, aciziz, fakiriz, dilenciyiz. Ama sen Ganî'sin, Kadir-i mutlak'sın, bizi hesaba çekme de öylece geçiriver." Amin!
•
Burası emanetullah, buradan içeri aldıklarına şükredin. Yorulduğum, üzüldüğüm zaman "Rabb'im! Beni kabirde dinlendir!" derim.
Hakiki Dost:
En kıymetli ânım Hazret-i Allah ile olduğum andır. Çünkü benim dostum O'dur. Dost dediğin düşman olabilir, dost zannettiğin belki sana düşmandır. Amma O'nun dostluğu sonsuzdur, O hep dosttur. Şu halde ben dostumla olayım, düşmanımla olmayayım. Halkla konuştuğum zaman birçok lüzumlu ve lüzumsuz kelimeler geçiyor, amma O'nunla olduğum zaman hiç kötü geçmiyor, ânım hep dolu geçiyor. İbadet etmesem bile huzuru yeter.
Allah-u Teâlâ lütfu ile ihsan buyurursa, dost olarak O'nu seçmişim, O'nu dost bilmişim, O'nunla olmaya gayret ediyorum. O'nunla olduğum zaman hayattır, O'nsuz olduğum zaman ruhi bir vefattır.
•
Efendi Hazretleri'nin vefatından sonra iki mânâ zuhur etmişti.
Bir mânâ şöyle ki: Bir ekmek, yarısı yenmiş yarısı kalmış. Bununla hâl-i lisanla şunu ifade etmek istiyorlardı:
"Oğlum, benim bu kadar daha ömrüm var, amma gitmeyi arzu ediyorum."
Ve gittiler.
Diğer mânâda ise: Büyük caminin doğu kapısından çıkıyoruz. Tahminen yedi-sekiz metre ötede Efendi Hazretleri bulunuyor. Ellerinde bir bohça vardı, içerisinde ne olduğunu bilmiyoruz.
Yaşlı olduğu için Efendi Hazretleri'ne zahmet vermesin diye düşünerek onu ellerinden aldık.
Meğer öyle ağırmış öyle ağırmış ki, o bohçayı nasıl taşıdıklarına hayret ettik.
Elimize aldığımızda, Efendi Hazretleri bize Hazret-i Allah'ı bildiriyordu. "Allah öyle bir Allah!" buyurduklarında kendilerinde bir cezbe hali belirdi. Tamamen cezbelendiler. "Öyle bir Allah!.. Öyle bir Allah!.." buyururken kendilerinden geçmişlerdi. Çok cezbeli bir halde idiler, âdeta elektrikli bir halde dönüyorlardı.
Bu hâl epey devam etti. Beraber bir noktaya kadar peşlerinden yürüdük, aman kaybetmeyelim derken birden kayboldular.
Efendi Hazretleri'nin ilk huzuruna gittiğimizde: "Allah!" dediler. Son giderken: "Allah!" dediler. Onlardan yalnız ve yalnız Hazret-i Allah'ı duyduk, başka bir ses duymadık. Hazret-i Allah'ın kendi muhabbeti ile doldurduğu, ihâta ettiği kimselerden başka bir şey çıkmaz, çıkmasına da imkân yok. Öteki sesler boşluktan sızmıştır.
•
Efendi Hazretleri âhirete intikâl eder etmez, evde haliyle bir ağlama koptu. Kendimize baktık, zerre kadar ağlama hissi olmadı. Orada bulunanlardan âdeta utandık. Yeni gitmişlerdi, birkaç dakika sonra Efendi Hazretleri aynen şöyle buyurdu: "Sen de mi riyakârlardan olmak istiyorsun?" Ve sonra dışarı çıktığımızda o ağlama halini verdiler.
Her gün sabah namazından sonra Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretleri'mizi ziyaret ederdik. Yirmi sene yaz-kış, yürüyerek gittik, geldik.
•
Daha evvelde arz ettiğimiz gibi:
Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri, Mektûbât adlı eserinin 98. Mektûb'unda, Halil Fevzi Efendi Hazretlerimiz'in büyüklüğünü ve ihtişamını şöyle ifade buyurmuşlardı:
"Cemâl-i Cânân'ı gören gözlerinin müşâhedesiyle tenvîr-i uyûn eyleriz."
Hazret-i Allah'ın cemâlini müşâhede ettiğinin ifadesidir. Hazret-i Allah'ın nuru onu ihâta etmiş ve kendisini kaybetmiş.
Bir mahlûk kendisini ifnâ edince, Var olanın varlığından başka hiçbir varlık kalmaz.
Nitekim Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Ben, ben değilim ben. Bir varlığım var, benden içeri."
Kadir Gecesinin Tecellîsi:
İhvan kardeşler birgün toplanmışlar, Hendek'e teravihe gideceklermiş. Hafız Hilmi Hendek'teydi o zaman. Ramazan-ı şerif'in de tahmini on altıncı veya on yedinci gecesi idi.
Bize de teklif ettiler. "Gidelim!" dedik. Fakat aklımıza geldi, Efendi Hazretleri'ne soralım, müsaade buyururlarsa gidelim diye düşündük. Huzur-u saâdetlerine vardık.
"Efendim, müsaade ederseniz Hendek'e kadar gidip geleceğiz?" dedik.
"Bu akşam?" buyurdular. İkinci bir şey de ilâve etmediler. Huzur-u saâdetlerinden ayrıldık ve düşündük, izini biz bu akşam için istemiştik.
Onların "Bu akşam?" demelerinde hikmet olabilir dedik.
Hemen arkadaşları bulduk. Bazı mazuriyetlerimiz olduğunu, gidemiyeceğimizi söyledik. Onlar gittiler. Biz ise o akşamın Kadir gecesi olduğu tahminini yürüttük ve bir şüphe üzerine, mümkün mertebe ibadetle meşgul olduk. "Bu akşam?" buyurmaları belki bu mânâyı taşıyabilir dedik.
Sabah dükkâna Hafız Bayram geldi.
"Aa!.." dedi, "Sizin ev bu akşam nur içinde parlıyordu." dedi.
O anda ne söylediğini bilmiyordu. Fakat o durum, şüphemizin gerçekten doğru olduğunu bildirmek için, Allah'ımızın bir lütfu oldu.
Ona mânâda o gizli sırrı âşikâr etmişler ve yine gizli kalması için o kadarını göstermişler.
"Bu akşam sizin ev nur içinde parlıyordu." sözü ile, şüpheli olduğumuz nokta bize aydınlandı. O akşamın şüphe ettiğimiz Kadir gecesinin ta kendisi olduğuna karar verdik. Fakat ona bir şey demedik.
Efendi Hazretleri'nin "Bu akşam?" sözü ile şüpheye dâvet edilip tedbir almamız, Allah'ımızın bu sonsuz nimet ve lütfuna nâil olmamıza vesile oldu.
İşte biz Efendi Hazretleri'nden hep böyle rumuz alırdık. Hiç açık emir aldığımız vâki değildir.
Fakat rumuzlara çok dikkat ederdik. En ufak hareketlerine bile çok dikkat ederdik.
Çünkü dikkat edersek alırdık, etmezsek kaybederdik.
Bu durum, ihvanın ne kadar dikkatli olmasının lâzım geldiğini gösteren bir hâdisedir.
http://www.hakikat.com/dergi/203/bsyz20307.html
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |